Onaltıncı Lem'a
بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ
اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ
رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ
Aziz sıddık kardeşlerim Hoca
Sabri, (R.H)Hâfız Ali, (R.H) Mes'ud, (R.H) Mustafalar, (R.H) Hüsrev, Re'fet,
Bekir Bey(R.H), Rüşdü, Lütfüler(R.H), Hâfız Ahmed(R.H), Şeyh Mustafa(R.H)
vesaire... Sizlere meraklı ve medâr-ı sual olmuş "Dört Küçük
Mes'ele"yi malûmat kabilinden muhtasar bir surette beyan etmekliğe
kalbimde bir hâtıra hissettim.
BİRİNCİSİ: Kardeşlerimizden
Çaprazzâde Abdullah Efendi gibi bazı adamlar, ehl-i keşiften rivayeten bu geçen
Ramazanda Ehl-i Sünnet ve Cemaat için bir ferec, bir fütuhat olacağını haber
verdikleri halde zuhur etmedi. Böyle ehl-i velâyet ve keşif, neden hilâf-ı
vaki' haber veriyorlar? Benden sordular. Ben de birden sünûhat kabilinden
olarak verdiğim cevapın muhtasarı şudur:
Hadîs-i Şerifte vârid olmuştur
ki: "Bazen belâ nazil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri
çevirir." Şu Hadîsin sırrı gösteriyor ki: Mukadderat, bazı şeraitle vukua
gelirken geri kalır. Demek ehl-i keşfin muttali olduğu mukadderat mutlak
olmadığını, belki bazı şerâitle mukayyed bulunduğunu ve o şeraitin vuku
bulmamasiyle o hâdise de vukua gelmiyor. Fakat o hâdise, ecel-i muallak gibi
levh-i ezelînin bir nevi defteri hükmünde olan levh-i Mahv, İsbat'a mukadder
olarak yazılmıştır. Gâyet nadir olarak levh-i ezeli'ye kadar keşif çıkar.
Ekseri oraya çıkamıyor. İşte bu sırra binaen, geçen Ramazan-ı Şerifte ve Kurban
Bayramında ve daha başka vakitlerde istihrâca binaen veya keşfiyat nev'inden
verilen haberler, muallak oldukları şerâiti bulamadıkları için vukua
gelmemişler; ve haber verenleri tekzib etmiyorlar. Çünki mukadder imiş, fakat
şartı gelmeden o da vukua gelmemiş. Evet Ramazan-ı Şerifte bid'aların ref'ine
Ehl-i Sünnet ve Cemaatin ekseriyetle hâlis duası bir şart ve bir sebeb-i mühim
idi. Maalesef câmilere Ramazan-ı Şerifte bid'alar girdiğinden, duaların
kabulüne sed çekip ferec gelmedi. Nasılki sâbık Hadîsin sırriyle: Sadaka,
belâyı ref' eder. Ekseriyetin hâlis duası dahi, ferec-i umumîyi cezbeder.
Kuvve-i câzibe vücuda gelmediğinden, fütuhat da verilmedi.
sh: » (L:96)
İKİNCİ MERAKLI SUAL: Bu iki ay
zarfında heyecanlı bir vaziyet-i siyasiye karşısında bana, hem alâkadar olduğum
çok kardeşlerime kavî bir ihtimal ile ferah verecek bir teşebbüs etmek
lâzımken, o vaziyete hiç ehemmiyet vermiyerek bilâkis beni tazyik eden ehl-i
dünyanın lehinde olarak bir fikirde bulundum. Bazı zatlar hayret içinde
hayrette kaldılar. Dediler ki: "Sana işkence eden bu mübtedi' ve kısmen münafık
baştaki insanların takib ettikleri siyaseti nasıl görüyorsun ki
ilişmiyorsun?" Verdiğim cevapın muhtasarı şudur ki: Bu zamanda ehl-i
İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin
bozulması ve îmanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi: Nurdur, nur
göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, îmanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuziyle
hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık,
kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O
vakit küfür kalbe girer, saklanır; nifaka inkılâb eder. Hem nur, hem topuz..
İkisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için bütün kuvvetimle
nura sarılmağa mecbur olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa olsun
bakmamak lâzım geliyor. Amma maddî cihadın muktezası ise; o vazife şimdilik
bizde değildir. Evet ehline göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatına sed çekmek
için topuz lâzımdır. Fakat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura
kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok!..
ÜÇÜNCÜ MERAKLI SUAL: Bu yakında
İngiliz ve İtalya gibi ecnebîlerin bu hükûmete ilişmesiyle, eskiden beri bu
vatandaki hükûmetin hakikî nokta-i istinadı ve kuvve-i mâneviyesinin menbaı
olan hamiyet-i İslâmiyeyi tehyîc etmekle şeâir-i İslâmiyenin bir derece ihyasına
ve bid'aların bir derece def'ine medâr olacağı halde, neden şiddetle harb
aleyhinde çıktın ve bu mes'elenin âsâyişle halledilmesini dua ettin ve şiddetli
bir surette mübtedîlerin hükûmetleri lehinde tarafdar çıktın? Bu ise,
dolayısiyle bid'alara tarafgirliktir?
Elcevap: Biz, ferec ve ferah ve
sürur ve fütuhat isteriz. Fakat kâfirlerin kılıncı ile değil. Kâfirlerin
kılınçları başlarını yesin; kılınçlarından gelen faide bize lâzım değil. Zaten
o mütemerrid ecnebilerdir ki, münafıkları ehl-i imâna musallat ettiler ve
zındıkları yetiştirdiler. Hem harb belâsı ise hizmet-i Kur'aniyemize mühim bir
zarardır. Bizim en fedakâr ve en kıymetdar kardeşlerimizin ekserisi kırkbeşten
aşağı olduğundan, harb vasıtasiyle vazife-i kudsiye-i Kur'aniyeyi bırakıp
askere gitmeye mecbur olacaktılar. Benim param olsa, hüsn-ü rızam ile, böyle
kıymetdar kardeşlerimin herbirisini askerlikten kurtarmak için, bedel-i nakdiye
bin lira kadar da olsa, verirdim. Böyle yüzer kıymetdar kardeşlerimizin
hizmet-i Kur'aniye-i Nuriyeyi bırakıp maddî cihad topuzuna el atmakta, yüzbin
lira kendi zararımızı hissediyordum. Hatta Zekâî'nin bu iki sene askerliği,
belki bin lira kadar mânevî faidesini kaybettirdi. Her ne ise... Kadîr-i Kül
sh: » (L:97)
l-i Şey', bir dakikada bulutlarla dolmuş cevv-i havayı süpürüp
temizliyerek, semanın berrak yüzünde ziyadar Güneşi gösterdiği gibi, bu
zulümatlı ve Rahmetsiz bulutları da izale edip hakaik-i şeriatı Güneş gibi
gösterir ve ucuz ve dağdağasız verebilir. Onun Rahmetinden bekleriz ki, bize
pahalı satmasın. Baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine îman versin, yeter.
O vakit kendi kendine iş düzelir.
DÖRDÜNCÜ MERAKLI SUAL: Diyorlar
ki: Madem sizin elinizdeki nurdur, topuz değildir; nura karşı muaraza edilmez
ve nurdan kaçılmaz ve nurun izharından zarar gelmez. Neden arkadaşlarınıza
ihtiyatı tavsiye ediyorsunuz? Çok nurlu Risaleleri halklara gösterilmesini
men'ediyorsunuz?
Bu suale karşı cevapın muhtasar
meâli şudur ki: Başlardaki başların çoğu sarhoş, okumaz. Okusa da anlamaz.
Yanlış mânâ verip ilişir. İlişmemesi için, aklı başına gelinceye kadar
göstermemek lâzım geliyor. Hem çok vicdansız insanlar var ki, garaz veya tama'
veyahud havf cihetiyle nuru inkâr eder veya gözünü kapar. Onun için
kardeşlerime de tavsiye ediyorum ki: İhtiyat etsinler, nâ-ehillerin eline
hakikatları vermesinler. Hem ehl-i dünyanın evhamını tahrik edecek işlerde
bulunmasınlar. (Hâşiye)
Hâtime
Bugün Re'fet Bey'in bir mektubunu
aldım. Lihye-i Şerife hakkındaki suali münasebetiyle diyorum ki: Hadîsçe
sabittir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Lihye-i Saadetinden düşen
saçların taneleri mahduddur. Otuz kırk tane veya elli altmış tane gibi az bir
mikdarda iken, binler yerde Lihye-i Saadetin saçları bulunması, beni bir zaman
çok düşündürdü. O vakit hatırıma gelmiş ki: Lihye-i Saadet, yalnız Lihye-i
Şerifin saçlarından ibaret değil, belki re's-i mübarekinin traş oldukça hiçbir
şeyini kaybetmiyen Sahabeler, o nurlu ve mübarek ve daimî yaşayacak saçları
muhafaza etmişler. Onlar binlerdir. Şimdiki mevcuda müsavi gelebilirler. Yine o
vakit hâtırıma geldi ki: Acaba her câmîde bulunan, sened-i sahih ile bu saç
Hazret-i Risalet'in saçı olduğu sabit midir ki,
________________________________
(Hâşiye): Ciddî bir mes'eleye
vesile olabilecek bir lâtife: Dünkü gün sabahleyin bir dostumun damadı Mehmed
yanıma geldi. Mesrurâne, beşaretkârane dedi ki: "Senin bir kitabını
Isparta'da tab'etmişler, çoklar okuyorlar." Ben dedim: "O, yasak olan
tab' değil belki müstensihle bazı nüshalar alınmış ki hükûmet ona birşey demez."
Hem dedim: "Sakın bunu senin dostun olan iki münafığa söyleme. Onlar böyle
birşey arıyorlar ki, bahane etsinler." İşte kardeşlerim, bu adam çendan
bir dostumun damadıdır; o münasebetle benim de ahbabım sayılır. Fakat berberlik
münasebetiyle vicdansız muallim ve münafık müdürün dostudur. Orada
kardeşlerimizden birisi bilmiyerek öyle söylemiş. İyi oldu ki, en evvel geldi,
bana haber verdi. Ben de tenbih ettim, fenalığın önü alındı. Ve teksir makinesi
binler nüshaları bu perde altında neşretti.
sh: » (L:98)
ona karşı ziyaret makbul olabilsin? Birden hâtıra geldi ki: O saçların
ziyareti, vesiledir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a karşı salavat
getirmiye sebeb ve bir hürmet ve muhabbete medârdır. Vesilelik ciheti o şeyin
zatına bakmaz, vesilelik cihetine bakar. Onun için eğer bir saç hakikî olarak
Lihye-i Saadet'ten olmazsa, madem zâhir hâle göre öyle telâkki edilmiş ve o
vesilelik vazifesini yapıyor ve hürmete ve teveccühe ve salâvata vesile oluyor;
kat'î sened ile o saçın zatını teşhis ve tâyin lâzım değildir. Yalnız, aksine
kat'î delil olmasın, yeter. Çünki : Telâkkiyat-ı âmme ve kabul-ü ümmet, bir
nev'i hüccet hükmüne geçer. Bazı ehl-i takvâ böyle işlerde, ya takva veya
ihtiyat veya azimet noktasında ilişseler de, hususî ilişirler. Bid'a da
deseler, bid'a-i hasene nev'inde dâhildir. Çünki vesile-i salâvattır. Re'fet
Bey mektubunda diyor: "Bu mes'ele ihvanlar beyninde medâr-ı münakaşa
olmuş." Kardeşlerime tavsiye ediyorum ki: İnşikaka ve iftiraka sebebiyet
veren münakaşa etmesinler. Yalnız müdâvele-i efkâr suretinde nizasız mübahaseye
alışsınlar.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّيُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ
Aziz sıddık Senirkent'li
kardeşlerim: İbrahim, Şükrü, Hâfız Bekir, Hâfız Hüseyin, Hâfız Receb Efendiler!
Hâfız Tevfik ile gönderdiğiniz üç
mes'eleye mülhidler eskiden beri ilişiyorlar.
Birincisi: حَتَّى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ فِى عَيْنٍ
حَمِئَةٍ Âyetin ifade ettiği zâhir mânâsına göre: Güneşin, hararetli ve
çamurlu bir çeşme suyunda gurub ettiğini görmüş, diyor.
İkincisi: Sedd-i Zülkarneyn
nerededir?
Üçüncüsü: Âhirzamanda Hazret-i
Îsa'nın (A.S.) geleceğine ve Deccal'ı öldüreceğine dairdir.
Bu suallerin cevapları uzundur.
Yalnız muhtasar bir işaretle deriz ki: Âyât-ı Kur'aniye, üslûb-u Arabiye
üzerine ve zâhir nazara göre umumun anlıyacağı bir tarzda ifade ettiği için,
çok defa teşbih ve temsil suretinde beyan ediyor.
İşte تَغْرُبُ فِى عَيْنٍ حَمِئَةٍ yâni: Güneş'in,
hararetli ve çamurlu bir çeşme gibi görünen Bahr-i Mu
sh: » (L:99)
hît-i Garbî'nin sâhilinde veya volkanlı, alevli, dumanlı dağın gözünde
gurub ettiğini Zülkarneyn görmüş. Yâni: Zâhir nazarda Bahr-i Muhît-i Garbî'nin
sevâhilinde, yazın şiddet-i hararetiyle etrafındaki bataklık hararetlenmiş,
tebahhur ettiği bir zamanda o buhar arkasında büyük bir çeşme havzası suretinde
uzaktan Zülkarneyn'e görünen Bahr-i Muhît'in bir kısmında Güneş'in zâhiri
gurubunu görmüş. Veya volkanlı, taş ve toprak ve maden sularını karıştırarak
fışkıran bir dağın başında yeni açılmış ateşli gözünde, semavatın gözü olan
Güneş'in gizlendiğini görmüş.
Evet Kur'an-ı Hakîm'in mu'cizane
belâgat-ı ifadesi bu cümle ile çok mesâili ders veriyor. Evvelâ: Zülkarneyn'in
mağrib tarafına seyahatı, şiddet-i hararet zamanında ve bataklık tarafına ve
Güneş'in gurub avânına ve volkanlı bir dağın fışkırması vaktine tesadüf
ettiğini beyan etmekle, Afrika'nın tamam istilâsı gibi çok ibretli mes'elelere
işaret eder. Malûmdur ki: Görünen hareket-i Şems, zâhirîdir ve Küre-i Arz'ın
mahfî hareketine delildir; onu haber veriyor. Hakikat-ı gurub murad değildir.
Hem çeşme, teşbihtir. Uzaktan büyük bir deniz, küçük bir havuz gibi görünür.
Hararetten çıkan sis ve buharlar ve bataklıklar arkasında görünen bir denizi,
çamur içinde bir çeşmeye teşbihi ve Arabça hem çeşme, hem Güneş, hem göz
mânâsında olan عَيْنٍ kelimesi, esrâr-ı
belâgatça gâyet manidâr ve münasipdir. (Hâşiye) Zülkarneyn'in nazarında uzaklık
cihetiyle öyle göründüğü gibi, Arş-ı Âzam'dan gelen ve ecram-ı semaviyeye
kumanda eden semavî hitab-ı Kur'anî, bir misafirhane-i Rahmâniyede sirac
vazifesini gören musahhar Güneş'i Bahr-i Muhît-i Garbî gibi bir çeşme-i
Rabbanîde gizleniyor demesi, azametine ve ulviyetine yakışıyor ve mu'cizâne
üslûbu ile, denizi hararetli bir çeşme ve dumanlı bir göz gösterir. Ve semavî
gözlere öyle görünür. Elhasıl: Bahr-i Muhît-i Garbî'ye çamurlu bir çeşme tâbîri,
Zülkarneyn'e nisbeten uzaklık noktasında o büyük denizi bir çeşme gibi görmüş.
Kur'anın nazarı ise herşeye yakın olduğu cihetle, Zülkarneyn'in galat-ı his
nevindeki nazarına göre bakamaz, belki Kur'an semavata bakarak geldiğinden
Küre-i Arz'ı kâh bir meydan, kâh bir saray, bazen bir beşik, bazen
_______________________________________
(Haşiye): فِى عَيْنٍ حَمِئَةٍ deki عَيْنٍ tâbîri, esrâr-ı belâğatça lâtif bir mânâyı
remzen ihtar ediyor. Şöyle ki: "Sema ve yüzü, Güneş gözüyle zeminin
yüzündeki cemâl-i Rahmeti seyirden sonra, zemin dahi deniz gözüyle yukarıdaki
azamet-i İlahiyyeyi temaşayı müteakip; o iki göz birbiri içine kapanırken,
rûy-i zemindeki gözleri kapıyor." diye mu'cizane bir kelime ile
hatırlatıyor ve gözler vazifesine paydos işaretine işaret ediyor.
sh: » (L:100)
bir sahife gibi gördüğünden;
sisli, buharlı koca Bahr-i Muhît-i Atlas-ı Garbî'yi bir çeşme tabîr etmesi,
azamet-i ulviyetini gösteriyor.
İkinci Sualiniz: Sedd-i
Zülkarneyn nerededir? Ye'cüc, Me'cüc kimlerdir?
Elcevap: Eskiden bu mes'eleye
dair bir Risale yazmıştım. O vaktin mülhidleri onunla mülzem olmuşlardı.
Şimdilik hem o Risale yanımda yoktur, hem kuvve-i hâfızam ta'til-i eşgâl etmiş,
yardım etmiyor. Hem Yirmidördüncü Söz'ün Üçüncü Dalı'nda bir nebze bu
mes'eleden bahsedilmiş. Onun için bu mes'elenin yalnız iki üç nüktesine gâyet
muhtasar bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Ehl-i tahkîkin beyanına göre, hem
Zülkarneyn ünvanının işaretiyle, Yemen padişahlarından Zülyezen gibi
"zü" kelimesiyle başlıyan isimleri bulunduğundan bu Zülkarneyn,
İskender-i Rûmî değildir. Belki Yemen padişahlarından birisidir ki, Hazret-i
İbrahim'in zamanında bulunmuş ve Hazret-i Hızır'dan ders almış. İskender-i Rûmî
ise, milâddan takrîben üçyüz sene evvel gelmiş, Aristo'dan ders almış. Tarih-i
beşerî, muntazam surette üçbin seneye kadar gidiyor. Bu nâkıs ve kısa tarih
nazarı, Hazret-i İbrahim zamanından evvel doğru olarak hükmedemiyor. Ya
hurafe-vâri, ya münkirâne, ya gâyet muhtasar gidiyor. Bu Yemenî Zülkarneyn,
tefsirlerde eskiden beri İskender namiyle iştiharının sebebi, ya o
Zülkarneyn'in bir ismi İskender'dir ki, İskender-i Kebîr ve Eski İskender'dir.
Veyahût Âyât-ı Kur'aniyenin zikrettiği hadisat-ı cüz'iyeler; küllî hadisatın
uçları olduğu cihetle..
Zülkarneyn olan İskender-i
Kebîr'in Nübüvvetkârane irşadatiyle akvam-ı zalime ile milel-i mazlume
ortasında hâil ve gaddarların garetlerine mani olacak meşhur sedd-i Çin'in
binasını kurduğu gibi; İskender-i Rûmî misillû müteaddid cihangirler ve
kuvvetli padişahlar, maddi cihetinde ve mânevî âlem-i insaniyetin padişahları
olan bir kısım Enbiya ve bazı aktâb dahi mânevî ve irşadî cihetinde o
Zülkarneyn'in arkasında gidip iktida edip, mazlûmları zâlimlerden kurtaracak
çarelerin mühimlerinden olan dağlar ortalarında sedleri (Hâşiye), sonra dağlar
başlarında kal'aları kurmuşlar. Ya bizzat maddî kuvvetleriyle veyahud irşad ve
tedbirleriyle te'sis etmişler. Sonra şehirlerin etrafında surları ve
ortalarında kal'aları, tâ son çare olan kırkikilik topları ve kal'a-i seyyar
gibi diritnavtları yapmışlar. Hatta rûy-i zemînin en meşhur seddi ve kaç günlük
uzak bir mesafe tutan Sedd-i Çini Kur'an lisaniyle Ye'cüc ve Me'cücün ve
tabîr-i diğerle tarih lisanında Mançur ve Moğol denilen ve âlem-i beşeriyeti
kaç defa zîr ü zeber eden ve Himalaya Dağları'nın arkasından çıkan ve şarktan
garbe kadar harab eden akvâm-ı vahşiye ve garetkâr milletlerin Hind ve Çin'deki
akvam-ı mazlûmeye tecavüzlerini durdurmak için o Himalaya silsilelerine yakın
iki dağ ortasında uzun bir sed yaptığı ve o akvâm-ı
(Hâşiye): Rûy-i zeminde mürûr-u
zamanla dağ şeklini almış, tanınmıyacak bir surete gelmiş çok sun'î sedler
vardır.
sh: » (L:101)
vahşiyenin kesretle hücumlarına çok zaman mâni olduğu gibi, Kafkas
dağlarında Derbent cihetinde yine çapulcu gâretgîr akvâm-ı Tatariyenin hücumunu
durdurmak için Zülkarneyn-misal eski İran padişahlarının himmetiyle sedler
yapılmıştır. Bu neviden çok sedler var. Kur'an-ı Hakîm umum nev-i beşer ile
konuştuğu için, zâhiren bir hâdise-i cüz'iyyeyi zikredip, umum o hâdiseye
benzer hâdisatı ihtar ederek konuşuyor.
İşte bu nokta-i nazardandır ki,
Sedd'e ve Ye'cüc ve Me'cüce dair rivayetler ve akval-i müfessirîn, ayrı ayrı
gidiyor.
Hem Kur'an-ı Hakîm, münasebât-ı
kelâmiye cihetinde bir hâdiseden uzak bir hâdiseye intikal eder. Bu münasebâtı
düşünmiyen zanneder ki, iki hâdisenin zamanları birbirine yakındır. İşte
Sedd'in harabiyetinden kıyametin kopmasını Kur'anın haber vermesi, kurbiyet-i
zaman cihetiyle değil, belki münasebat-ı kelâmiye cihetinde iki nükte içindir:
Yâni bu sed nasıl harab olacak, öyle de: Dünya harab olacaktır. Hem nasılki
fıtrî ve İlâhî sedler olan dağlar metindir, ancak Kıyametin kopmasiyle harab
olurlar; öyle de bu sed dahi dağ gibi metindir, ancak dünyanın harab olmasiyle
hâk ile yeksan olabilir. İnkılâbât-ı zaman tahribat yapsa da, çoğu sağlam kalır
demektir. Evet Sedd-i Zülkarneyn'in külliyetinden bir ferdi olan Sedd-i Çinî
binler sene yaşadığı halde daha meydanda duruyor. İnsanın eliyle zemin
sahifesinde yazılan, mücessem, mütehaccir, mânidar tarih-i kadîmden uzun bir
satır olarak okunuyor.
Üçüncü Sualiniz: Hazret-i Îsa
Aleyhisselâm'ın Deccal'ı öldürmesi, hem Birinci Mektub'da ve hem Onbeşinci
Mektub'da gâyet muhtasar ve size kâfi bir cevap vardır.
بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ
اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ
رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ
Aziz, fedakâr, sıddık, vefadar
kardeşlerim Hoca Sabri (R.H.) ve Hâfız Ali (R.H.); "Mugayyebât-ı
Hamse"ye dair Sûre-i Lokman'ın Âhirindeki âyetin hakkında mühim sualinize
gâyet mühim bir cevap isterken, maatteessüf şimdiki hâlet-i ruhiyem ve ahvâl-i
maddiyem o cevapa müsaid değildir. Yalnız sualinizin temas ettiği bir iki
noktaya gâyet mücmel işaret edeceğiz. Şu sualinizin meâli gösteriyor ki, ehl-i
ilhad tarafından tenkid suretinde mugayyebât-ı hamseden yağmurun gelmek vaktine
ve rahm-ı mâderdeki cenînin keyfiyetine itiraz edilmiş. Demişler ki:
"Rasadhanelerde bir âletle yağmurun vakt-i nüzûlü keşfediliyor. Onu da,
Allah'tan baş
sh: » (L:102)
kası da biliyor. Hem röntgen şuâiyla rahm-ı maderdeki cenînin müzekker,
müennes olduğu anlaşılıyor. Demek mugayyebat-ı hamseye ıttıla' kabildir?"
Elcevap: Yağmurun vakt-i nüzûlü
bir kaid'eye merbut olmadığı için, doğrudan doğruya meşîet-i hâssa-i İlâhiye
ile bağlı ve hazine-i Rahmetten hususî iradeye tâbi olduğunun bir sırr-ı
hikmeti şudur ki: Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymetdar mahiyet; nur, vücud
ve hayat ve Rahmettir ki, bu dört şey; perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya
kudret-i İlahiyye ve meşîet-i hâssa-i İlahiyeye bakar. Sair masnuatta zahirî
esbab, kudretin tasarrufuna perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler,
bir derece irade ve meşîete hicab oluyor. Fakat vücud, hayat ve nur ve Rahmette
o perdeler konulmamış. Çünki; perdelerin sırr-ı hikmeti o işte cereyan etmiyor.
Madem vücudda en mühim hakikat, Rahmet ve hayattır; yağmur, hayata menşe ve
medâr-ı Rahmet, belki ayn-ı Rahmettir. Elbette vesait perde olmıyacak. Kaide ve
yeknesaklık dahi, meşîet-i hâssa-i İlâhiyyeyi setretmiyecek; tâ ki, her vakit,
herkes, herşeyde şükür ve ubûdiyete ve sual ve duaya mecbur olsun. Eğer bir
kaide dâhilinde olsaydı, o kaideye güvenip şükür ve rica kapısı kapanırdı.
Güneş'in tulûunda ne kadar menfaatler olduğu mâlûmdur. Halbuki muttarid bir
kaideye tâbi' olduğundan, Güneş'in çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair
şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî o kaidenin yoliyle yarın Güneş'in çıkacağını
bildiği için, gaibden sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz'iyatı bir kaideye tâbi
olmadığı için, her vakit insanlar rica ve dua ile dergâh-ı İlahiyyeye ilticaya
mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşerî, vakt-i nüzûlünü tayin edemediği için, sırf
hazine-i Rahmetten bir nîmet-i hassa telâkki edip hakikî şükrediyorlar.
İşte bu Âyet, bu nokta-i nazardan
yağmurun vakt-i nüzulünü, Mugayyebât-ı Hamseye idhal ediyor. Rasadhanelerdeki
âletle, bir yağmurun mukaddematını hissedip vaktini tayin etmek, gaibi bilmek
değil, belki gaibden çıkıp âlem-i şEhadete takarrübü vaktinde bazı
mukaddematına ıttıla suretinde bilmektir. Nasıl, en hafî umûr-u gaybiye vukua
geldikte veyahud vukua yakın olduktan sonra hiss-i kablelvukuun bir nev'iyle
bilinir. O, gaybı bilmek değil; belki o, mevcudu veya mukarreb-ül vücûdu
bilmektir. Hatta ben kendi âsâbımda bir hassasiyet cihetiyle yirmidört saat
evvel, gelecek yağmuru bazen hissediyorum. Demek yağmurun mukaddematı,
mebâdîleri var. O mebâdîler, rutûbet nev'inden kendini gösteriyor, arkasından
yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hal, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin gaibden
çıkıp daha şehadete girmiyen umûra vûsûle bir vesile olur. Fakat daha âlem-i
şEhadete ayak basmayan ve meşîet-i hassa ile Rahmet-i hassadan çıkmıyan
yağmurun vakt-i nüzûlünü bilmek, ilm-i Allâm-ül Guyûb'a mahsustur.
sh: » (L:103)
Kaldı İkinci Mes'ele: Röntgen
şuâiyle rahm-ı mâderdeki çocuğun erkek ve dişisini bilmek ile وَ يَعْلَمُ مَا فِى اْلاَرْحَامِ Âyetinin meâl-i
gaybîsine münafi olamaz. Çünki: Âyet yalnız zükûret ve ünûset keyfiyetine
değil, belki o çocuğun acib istidad-ı husûsîsi ve istikbalde kesbedeceği
vaziyetine medâr olan mukadderat-ı hayatiyesinin mebâdîleri, hatta sîmâsındaki
gâyet acib olan Sikke-i Samediyet muraddır ki, çocuğun o tarzda bilinmesi,
ilm-i Allâm-ül Guyûb'a mahsustur. Yüzbin röntgen-misal fikr-i beşerî birleşse,
yine o çocuğun umum efrâd-ı beşeriyeye karşı birer alâmet-i fârikası bulunan
yalnız hakikî sîmâ-yı vechiyesini keşfedemez. Nerede kaldı ki sîmâ-yı
vechîsinden yüz defa daha harika olan istidadındaki sîmâ-yı mânevîyi
keşfedebilsin. Başta dedik ki: Vücud ve hayat ve Rahmet, bu kâinatta en mühim
hakikatlardır ve en mühim makam onlarındır. İşte onun için o câmi hakikat-ı
hayatiye, bütün incelikleriyle ve dekaikiyle irade-i hâssaya ve Rahmet-i
hâssaya ve meşîet-i hâssaya bakmalarının bir sırrı şudur ki: Hayat, bütün
cihazatiyle ve cihâtiyle şükür ve ubûdiyet ve tesbihin menşe ve medârı
olduğundandır ki, irade-i hassaya hicab olan yeknesaklık ve kaidelik ve
Rahmet-i hassaya perde olan vesâit-i zâhiriye konulmamıştır. Cenab-ı Hakk'ın
rahm-ı mâderdeki çocukların sîmâ-yı maddî ve mânevîlerinde iki cilvesi var:
Birisi: Vahdetini Ehadiyetini ve Samediyetini gösterir ki, o
çocuk âzâ-yı esasîde ve cihazat-ı insaniyenin enva'ında sair insanlarla muvafık
ve mutabık olduğu cihetle, Hâlık ve Sâniinin vahdetine şehadet ediyor. O cenin
bu lisan ile bağırıyor ki: "Bana bu sîmâ ve âzayı veren kim ise, bütün
esasat-ı âzâda bana benziyen bütün insanların sânii dahi O'dur. Ve hem bütün
zîhayatın sânii O'dur."
İşte rahm-i maderdeki cenînin bu
lisanı, gaybî değil, kaideye ve ıttırada ve nev'ine tabî olduğu için mâlûmdur,
bilinebilir. Âlem-i şEhadetten âlem-i gayba girmiş bir daldır ve bir dildir.
İkinci Cihet: Sîmâ-yı istidâdiye-i
hususiyesi ve sîmâ-yı vechiye-i şahsiyesi lisaniyle Sâniinin ihtiyarını,
iradesini ve meşietini ve Rahmet-i hassasını ve hiçbir kayd altında olmadığını,
bağırıp gösteriyor. Fakat bu lisan, gayb-ül-gaybdan geliyor. İlm-i ezelîden
başkası, kabl-el vücud bunu göremiyor ve ihata edemiyor. Rahm-i mâderde iken bu
sîmânın binde bir cihazatı görünmekle, bilinmiyor!
Elhasıl: Cenînin sîmâ-yı
istidadîsinde ve sîmâ-yı vechiyesinde hem delil-i Vahdaniyet var, hem ihtiyar
ve irade-i İlâhiyyenin hücceti vardır. Eğer Cenab-ı Hak muvaffak etse,
mugayyebat-ı Hamseye dair bazı nükteler yazılacaktır. Şimdilik bundan fazla
vaktim ve hâlim müsaade etmedi, hâtime veriyorum.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Said
Nursî
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا
اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
* * *
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder