Onyedinci Lem'a
(Zühre'den
gelmiş "Onbeş Nota"dan ibarettir.)
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ
الرَّحِيمِ
Mukaddime
Oniki sene evvel (*) inayet-i
Rabbaniye ile, Mârifet-i İlâhiyyede bir hareket-i fikriyye ve bir seyahat-ı
kalbiyye ve bir inkişafat-ı ruhiyyede tezahür eden bazı lemeat-ı tevhidiyyeyi
Arabî olarak Notalar suretinde Zühre, Şu'le, Habbe, Şemme, Zerre, Katre gibi
Risalelerde kaydetmiştim. Uzun bir hakikatin yalnız bir ucunu göstermek ve
parlak bir nurun yalnız bir şuaını irae etmek tarzında yazıldığından, yalnız
kendi kendime birer hatıra ve birer ihtar şeklinde olduğundan, başkalarının
istifadesi mahdud kalmıştı. Hususan en mümtaz ve en has kardeşlerimin kısm-ı
âzamı Arabî okumamışlar. Bunların ısrarı ve ilhâhiyle o Notaların, o Lem'aların
kısmen izahlı ve kısmen kısa bir mealini Türkçe olarak yazmağa mecbur oldum. Şu
Notalar ve arabî Risaleler, Yeni Said'in en evvel hakikat ilminden bir derece
şuhud suretinde gördüğü için tağyir edilmeden mealleri yazıldı. Onun için bazı
cümleler sair Sözlerde de zikredilmekle beraber burada da zikrediliyor; ve bir
kısmı gâyet mücmel olmakla beraber izah edilmiyor, tâ letafet-i asliyesini
kaybetmesin.
BİRİNCİ NOTA: Kendi nefsime
hitaben demiştim: "Ey gafil Said! Bil ki: Şu âlemin fenasından sonra sana
refakat etmiyen ve dünyanın harabiyle senden müfarakat eden bir şeye kalbini
bağlamak sana lâyık değildir. Hususan senin asrının inkıraziyle seni terkedip
arka çeviren ve bahusus berzah seferinde arkadaşlık etmiyen ve hususan seni
kabir kapısına kadar teşyi' etmiyen, hususan bir iki sene zarfında ebedî bir
firak ile senden ayrılıp günahını senin boynuna takan, hususan senin rağmına
olarak husûlü anında seni terkeden fâni şeylerle kalbini bağlamak, kâr-ı akıl
değildir. Eğer aklın varsa; uhrevî inkılâbâtında, berzahî etvârında ve dünyevî
inkılâbâtının müsâdematı altında ezilen, bozulan ve ebedî seferde sana
arkadaşlığa muktedir olmıyan işleri bırak, ehemmiyet verme, onların zevalinden
kederlenme. Sen kendi mahiyetine bak ki: Senin lâtifelerin içinde öyle bir
lâtife var ki, ebedden ve ebedî zattan başkasına razı ola
______________________________________
(*) Oniki sene evvel denilen
tarih; Hicrî 1340, Milâdî 1921 seneleridir.
sh: » (L:105)
maz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor. Masivasına tenezzül etmez. Bütün
dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyacı tatmin edemez. O şey ise, senin
duygularının ve lâtifelerinin sultanıdır. Fâtır-ı Hakîm'in emrine mutî olan o
sultanına itaat et, kurtul!.."
İKİNCİ NOTA: Hakikatdar bir
rü'yada gördüm ki, insanlara diyordum: "Ey insan! Kur'anın desâtirindendir
ki, Cenab-ı Hakk'ın mâsivasından hiçbir şeyi ona taabbüd edecek bir derecede
kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek
derecede büyük tutma. Çünki mahlûkat, Mâbudiyetten uzaklık noktasında müsavi
oldukları gibi, mahlukîyet nisbetinde de birdirler."
ÜÇÜNCÜ NOTA: Ey gafil Said! Bil
ki: Galat-ı his nev'inden gâyet muvakkat dünyayı lâyemut ve daimî görüyorsun.
Etrafına ve dünyaya baktığın zaman bir derece sabit ve müstemir gördüğünden,
fâni nefsini de o nazar ile sabit telâkki ettiğinden, yalnız Kıyametin
kopacağından dehşet alıyorsun. Güya kıyametin kopmasına kadar yaşayacaksın
gibi, yalnız ondan korkuyorsun. Aklını başına al. Sen ve hususî dünyan, daimî
zeval ve fena darbesine maruzsunuz.. Senin bu galat-ı hissin ve mağlatan şu
misale benzer ki: Bir adam elinde olan âyinesini bir hâne veya bir şehre veya
bir bahçeye karşı tutsa; misalî bir hâne, bir şehir, bir bahçe o âyinede
görünür. Edna bir hareket ve küçük bir tegayyür âyinenin başına gelse, o misâlî
hâne ve şehir ve bahçede herc ü merc ve karışıklık düşer. Hariçteki hakikî
hâne, şehir ve bahçenin devam ve bekası sana faide vermez. Çünki senin elindeki
âyinedeki hâne ve sana ait şehir ve bahçe, yalnız âyinenin sana verdiği mikyas
ve mizân iledir. Senin hayatın ve ömrün, âyinedir. Senin dünyanın direği ve
âyinesi ve merkezi, senin ömrün ve hayatındır. Her dakikada o hane ve şehir ve
bahçenin ölmesi mümkün ve harab olması muhtemel olduğundan, her dakika senin
başına yıkılacak ve senin kıyametin kopacak bir vaziyettedir. Madem öyledir;
sen, bu hayatına ve dünyana, çekemedikleri ve kaldıramadıkları yükleri
yükletme!..
DÖRDÜNCÜ NOTA: Bil ki:
Ekseriyetle Fâtır-ı Hakîm'in âdetidir, ehemmiyetli ve kıymetdar şeyleri ayniyle
iade ediyor... Yâni, ekser eşyanın misliyle tazelenmesi, mevsimlerin
tebeddülünde, asırların değişmesinde o kıymetdar ehemmiyetli şeyleri ayniyle
iade ediyor. Yevmî ve senevî ve asrî haşirlerin umumunda, şu kaide-i âdetullah
ekseriyetle muttarid görünüyor. İşte bu sabit kaideye binaen deriz: Madem
fünûnun ittifakiyle ve ulûmun şehadetiyle, hilkat şeceresinin en mükemmel
meyvesi insandır. Ve mahlûkat içinde en ehemmiyetli insandır. Ve mevcudat
içinde en kıymetdar insandır. Ve insanın bir ferdi, sair hayvanatın bir nev'i
hükmündedir. Elbette kat'î bir hads ile hükmedilir ki, haşir ve neşr-i ekberde
beşerin herbir ferdi; ayniyle, cismiyle,
ismiyle, resmiyle iade edilecektir.
sh: » (L:106)
BEŞİNCİ NOTA: Şu notada Avrupa
fünunu ve medeniyeti, Eski Said'in fikrinde bir derece yerleştiği için, Yeni
Said harekât-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupa'nın fünun ve medeniyeti, o
seyahat-ı kalbiyede emrâz-ı kalbiyeye inkılâb ederek ziyade müşkilâta medâr
olduğundan, bilmecburiye Yeni Said zihnini silkeleyip, müzahraf felsefeyi ve
sefih medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa'nın lehinde şEhadet eden
hissiyat-ı nefsaniyeyi susturmak için, Avrupa'nın şahs-ı mânevîsi ile bir
cihette gâyet kısa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuştur. Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir: Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı
feyz ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi' san'atları ve adâlet ve
hakkaniyete hizmet eden fünunları takib eden bu birinci Avrupa'ya hitab
etmiyorum. Belki felsefe-i tabîiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını
mehâsin zannederek, beşeri sefahete ve dalâlete sevkeden bozulmuş ikinci
Avrupa'ya hitab ediyorum. Şöyle ki:
O zaman, o seyahat-ı ruhiyede,
mehâsin-i medeniyet ve fünûn-u nâfiadan başka olan malâyâni ve muzır felsefeyi
ve muzır ve sefih medeniyeti elinde tutan Avrupa'nın şahs-ı mânevîsine karşı
demiştim:
Bil ey ikinci Avrupa! Sen sağ
elinle sakîm ve dalâletli bir felsefeyi ve sol elinle sefih ve muzır bir
medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, beşerin saadeti bu ikisi iledir. Senin bu iki
elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek.
Ey küfr ü küfranı dağıtıp
neşreden bedbaht ruh! Acaba hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hem
kalbinde dehşetli musîbetlerle musîbet-zede olmuş ve azaba düşmüş bir adamın
cismiyle, zahirî bir surette aldatıcı bir zînet ve servet içinde bulunmasiyle
saadeti mümkün olabilir mi? Ona mes'ud denilebilir mi? Âyâ görmüyor musun ki,
bir adamın cüz'î bir emirden me'yus olması ve vehmî bir emelden ümidi kesilmesi
ve ehemmiyetsiz bir işten inkisar-ı hayale uğraması sebebiyle tatlı hayaller
ona acılaşıyor. Şirin vaziyetler onu tazib ediyor. Dünya ona dar geliyor,
zindan oluyor. Halbuki senin şeametinle, kalbinin en derin köşelerinde ve
ruhunun tâ esasında dalâlet darbesini yiyen ve o dalâlet cihetiyle bütün
emelleri inkıtâa uğrayan ve bütün elemleri ondan neş'et eden bir bîçare insana
hangi saadeti temin ediyorsun? Acaba zâil, yalancı bir cennette cismi bulunan
ve kalbi, ruhu Cehennemde azab çeken bir insana mes'ud denilebilir mi? İşte sen
bîçare beşeri böyle baştan çıkardın, yalancı bir Cennet içinde Cehennemî bir
azab çektiriyorsun.
Ey beşerin nefs-i emmâresi! Bu
temsile bak, beşeri nereye sevkettiğini bil. Meselâ bizim önümüzde iki yol var.
Birisinden gidiyoruz. Görüyoruz ki, her adım başında bîçare âciz bir adam
bulunur. Zalimler hücum edip malını, eşyasını gasbederek kulübeciğini harab
ediyorlar, bazen da
sh: » (L:107)
yaralıyorlar. Öyle bir tarzda ki,
acınacak haline sema ağlıyor. Nereye bakılsa hal bu minval üzere gidiyor. O
yolda işitilen sesler, zâlimlerin gürültüleri, mazlûmların ağlayışları
olduğundan umumî bir matem, o yolu kaplıyor. İnsan, insaniyet cihetiyle gayrın
elemiyle müteellim olduğundan, hadsiz bir eleme giriftar oluyor. Halbuki vicdan
bu derece teellüme tahammül edemediğinden; o yolda giden, iki şeyden birisine
mecbur olur. Ya insaniyetten tecerrüd edip ve nihayetsiz vahşeti iltizam ederek
öyle bir kalbi taşıyacak ki, kendi selâmetiyle beraber umumun helâketi onu
müteessir etmesin veyahud kalb ve aklın muktezasını ibtal etsin.
Ey sefahet ve dalâletle bozulmuş
ve İsevî dininden uzaklaşmış Avrupa! Deccal gibi birtek gözü taşıyan kör dehan
ile ruh-u beşere bu Cehennemî hâleti hediye ettin! Sonra anladın ki: Bu öyle
ilâçsız bir illettir ki, insanı A'lâ-yı İlliyyînden, Esfel-i Safilîne atar.
Hayvanatın en bedbaht derecesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilâç,
muvakkaten ibtâl-i his hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu hevesat
ve fantaziyelerindir. Senin bu ilâcın, senin başını yesin ve yiyecek! İşte
beşere açtığın yol ve verdiğin saadet, bu misale benzer.
İkinci yol ki: Kur'an-ı Hakîm,
hidayetiyle beşere hediye etmiştir. Şöyledir: Görüyoruz ki o yolun her
menzilinde, her mekânında, her şehrinde bir Sultan-ı Âdil'in müstakim askerleri
her tarafta bulunuyorlar, geziyorlar. Arasıra o Sultan'ın emriyle o askerlerin
bir kısmını terhis ediyorlar. Silâhlarını, atlarını ve mîrî levazımatlarını
alıyorlar, onlara izin tezkeresini veriyorlar. O terhis olunan neferler, çendan
ünsiyet ettikleri at ve silâhların teslim alınmasından zâhiren mahzun oluyorlar.
Fakat hakikat noktasında terhisle müferrah olup, Sultan'ın ziyaretine ve
padişahın paytahtına dönmesi ve padişahı ziyaret etmesi cihetinde gâyet memnun
oluyorlar. Bazen terhis me'murları acemî bir nefere rastgeliyorlar. Nefer
onları tanımıyor... "Silâhını teslim et!" diyorlar... Nefer diyor:
"Ben padişahın askeriyim, onun hizmetindeyim; sonra onun yanına gideceğim.
Siz neci oluyorsunuz? Eğer onun izin ve rızasiyle gelmiş iseniz, göz ve baş
üstüne geldiniz, emrini gösteriniz; yoksa çekiliniz, benden uzak olunuz. Ben
tek başımla kalsam, sizler binler dahi olsanız, yine sizinle döğüşeceğim. Kendi
nefsim için değil, çünki nefsim benim değil, benim sultanımındır. Belki bendeki
nefsim ve silâhım, mâlikimin emanetidir. Emaneti muhafaza ve Sultanımın
haysiyyetini himaye ve izzetini vikaye için size baş eğmiyeceğim!
İşte o ikinci yoldaki medâr-ı
sürur ve saadet olan binler ahvalden bu hal bir nümunedir. Sair ahvali sen
kıyas et. Bütün o ikinci yolun seferinde, tevellüdat namında sevinç ve şenlikle
bir tahşidat ve sevkiyat-ı askeriye vardır ve vefiyat namında sürur ve muzıka
ile terhisat-ı askeriye gö
sh: » (L:108)
rünüyorlar. İşte Kur'an-ı Hakîm beşere bu yolu hediye etmiştir. Bu
hediyeyi kim tam kabul etse, böyle iki cihanın saadetine giden bu ikinci yoldan
gider. Ne geçmiş şeyden mahzun ve ne de gelecek şeyden havf eder.
Ey ikinci bozuk Avrupa! Senin
çürük ve esassız esaslarının bir kısmı şunlardır ki: "En büyük melekten en
küçük semeğe kadar her bir zîhayat kendi nefsine mâliktir ve kendi zatı için
çalışır ve kendi lezzeti için çabalar. Onun bir hakk-ı hayatı var. Gaye-i
himmeti ve hedef-i maksadı, yaşamak ve bekasını te'min etmektir."
diyorsun. Ve Hâlık-ı Kerim'in kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta kemal-i
itaatla imtisal edilen düstûr-u teâvünle, nebatat hayvanatın imdadına ve
hayvanat insanların yardımına koşmasından tezahür eden o umumî kanunun
Rahîmane, Kerîmane cilvelerini cidal zannedip, "Hayat bir cidaldir"
diye ahmakane hükmetmişsin. Acaba o düstûr-u teâvünün cilvesinden olan zerrat-ı
taamiyenin, kemal-i şevk ile beden hüceyrelerinin gıdalandırılması için
koşmaları nasıl cidaldir? Nasıl bir çarpışmaktır? Belki o imdad ve o koşmak,
Kerîm bir Rabbin emriyle bir teavündür. Hem çürük bir esasın: "Herşey
kendi nefsine mâliktir" diyorsun. Hiçbir şey kendi nefsine mâlik
olmadığına kat'î bir delil şudur ki: Esbabın içinde en eşrefi ve ihtiyar
noktasında en geniş iradelisi, insandır. Halbuki bu insanın düşünmek, söylemek
ve yemek gibi en zâhir ef'al-i ihtiyariyesinden yüz cüz'ünden onun dest-i
ihtiyarına verilen ve daire-i iktidarına giren yalnız meşkûk tek bir cüz'dür.
Böyle en zâhir fiilin yüz cüz'ünden bir cüz'üne mâlik olmıyan, nasıl kendine
mâliktir denilir? Böyle en eşref ve ihtiyarı en geniş, bu derece hakikî
tasarruftan ve temellükten eli bağlanmış bulunsa; "Sair hayvanat ve
cemadat kendi kendine mâliktir" diyen, hayvandan daha ziyade hayvan ve
cemâdattan daha ziyade câmid ve şuursuz olduğunu isbât eder.
Seni bu hataya atıp bu vartaya
düşüren, bir gözlü dehandır. Yâni harika, menhus zekândır. O kör dehan ile,
herşeyin Hâlıkı olan Rabbini unuttun, mevhum bir tabîata isnad ettin, âsârını
esbaba verdin, o Hâlıkın malını bâtıl mâbud olan tâğutlara taksim ettin. Şu
noktada ve o dehan nazarında her zîhayat, herbir insan, tek başiyle hadsiz
a'daya karşı mukavemet etmek ve nihayetsiz hâcâtın tahsiline çabalamak lâzım
geliyor. Ve zerre gibi bir iktidar, ince tel gibi bir ihtiyar, zâil lem'a gibi
bir şuur, çabuk söner şu'le gibi bir hayat, çabuk geçer dakika gibi bir ömür
ile, o hadsiz a'dâya ve hâcâta karşı dayanmaya mecbur oluyor. Halbuki o bîçare
zîhayatın sermayesi, binler matlublarından birisine kâfi gelmiyor. Musîbete
giriftar olduğu zaman; sağır, kör esbabdan başka derdine derman beklemiyor, وَمَا دُعَاءُ الْكَافِرِينَ
اِلاَّ فِى ضَلاَلٍ sırrına mazhar oluyor.
sh: » (L:109)
Senin karanlıklı dehan, nev-i
beşerin gündüzünü geceye kalbetmiş. Yalnız o sıkıntılı, zulümlü ve zulmetli
geceye ısındırmak için; yalancı, muvakkat lâmbalarla tenvir ettin. O lâmbalar
sürur ile beşerin yüzüne tebessüm etmiyorlar. Belki beşerin ağlanacak acı
hallerindeki eblehâne gülmesine, o ışıklar müstehziyane gülüp eğleniyor. Herbir
zîhayat senin şakirdlerin nazarında zâlimlerin hücumuna maruz, miskin birer
musîbetzededirler. Dünya bir matemhâne-i umumiyedir. Dünyadaki sadâlar ölümlerden,
elemlerden gelen vaveylâlardır. Senden tam ders alan şâkirdin, bir firavun
olur. Fakat en hasis şeye ibâdet eden ve menfaat gördüğü her şeyi, kendine rab
telâkki eden bir firavun-u zelîldir. Hem senin şâkirdin mütemerriddir. Fakat
bir lezzeti için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Hasis bir
menfaat için şeytanın ayağını öper derecede alçaklık gösterir. Hem cebbârdır
fakat kalbinde bir nokta-i istinad bulamadığı için, zatında gâyet âciz bir
cebbâr-ı hodfürûştur. O şâkirdin gaye-i himmeti, hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin
ve hamiyet ve fedakârlık perdesi altında kendi menfaat-i nefsini arayan ve hırs
ve gururunu teskin etmeye çalışan bir dessastır. Nefsinden başka ciddî olarak
hiçbir şeyi sevmiyor. Herşeyi nefsine feda ediyor. Amma Kur'anın hâlis ve tam
şâkirdi ise, bir abddir. Fakat âzam-ı mahlûkata karşı da ubûdiyete tenezzül
etmez ve Cennet gibi en büyük ve âzam bir menfaati gaye-i ubûdiyet yapmaz bir
abd-i azizdir. Hem halim selimdir. Fakat Fâtır-ı Zülcelâlinden başkasına, izni
ve emri olmadan tezellüle tenezzül etmez bir hâlim-i âlîhimmettir. Hem fakirdir
fakat onun Mâlik-i Kerîm'i ona ileride iddihar ettiği mükâfat ile bir fakir-i
müstağnîdir. Hem zaîftir fakat kudreti nihayetsiz olan Seyyidinin kuvvetine
istinad eden bir zaîf-i kavîdir ki, Kur'an hakikî bir şâkirdine Cennet-i
ebediyeyi dahi gaye-i maksad yaptırmadığı halde; bu zâil fâni dünyayı ona
gaye-i maksad hiç yapar mı? İşte iki şâkirdin himmetlerinin ne derece
birbirinden farklı olduğunu anla!
Hem felsefe-i sakîmenin şakirdleriyle
Kur'an-ı Hakîm'in tilmizlerinin hamiyetkârlık ve fedakârlıklarını bununla
muvazene edebilirsiniz. Şöyle ki:
Felsefenin şakirdi, kendi nefsi
için kardeşinden kaçar, onun aleyhinde dâvâ açar. Kur'anın şakirdi ise, semavat
ve arzdaki umum sâlih ibadı kendine kardeş telâkki ederek, gâyet samimî bir
surette onlara dua eder ve saadetleriyle mes'ud oluyor ve ruhunda şedid bir
alâkayı onlara karşı hisseder. Hem en büyük şey olan Arş ve Şems'i, musahhar
birer memur ve kendi gibi bir abd, bir mahlûk telâkki eder. Hem iki şâkirdin
ulviyet ve inbisat-ı ruhlarını bundan kıyas et ki: Kur'an, kendi şakirdlerinin
ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki; doksan dokuz taneli tesbihe bedel,
doksan dokuz Esmâ-i İlhiyyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz
sh: » (L:110)
âlemlerin zerratını, birer tesbih taneleri olarak şakirdlerinin ellerine
verir. "Evradlarınızı bununla okuyunuz." der. İşte Kur'anın
tilmizlerinden Şâh-ı Geylânî, Rufâî, Şâzelî (R.A.) gibi şâkirdleri, virdlerini
okudukları vakit dinle, bak! Ellerinde silsile-i zerratı, katarat adedlerini,
mahlûkatın aded-i enfâsını tutmuşlar, onunla evradlarını okuyorlar. Cenab-ı
Hakk'ı zikir ve tesbih ediyorlar. İşte Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın mu'cizâne
terbiyesine bak ki: Nasıl edna bir kederle ve küçük bir gam ile başı dönüp
sersemleşen ve küçük bir mikroba mağlub olan bu küçük insan, terbiye-i Kur'an
ile ne kadar teâli ediyor. Ve ne derece letâifi inbisat eder ki: Koca dünya
mevcudatını, virdine tesbih olmakta kısa görüyor. Ve Cennet'i zikir ve virdine
gaye olmakta az gördüğü halde, kendi nefsini Cenab-ı Hakk'ın edna bir
mahlukunun üstünde büyük tutmuyor. Nihayet izzet içinde, nihayet tevâzuu
cem'ediyor. Felsefe şakirdlerinin buna nisbeten ne derece pest ve aşağı
olduğunu kıyas edebilirsin. İşte felsefe-i sakîme-i Avrupaiyeden yek-çeşm olan
dehasının yanlış gördüğü hakikatları; iki cihana bakan, gayb-âşina parlak iki
gözü ile iki âleme nazar eden, beşer için iki saadete iki eliyle işaret eden
hüda-yı Kur'anî der ki: "Ey insan! Senin elinde bulunan nefis ve malın
senin mülkün değil, belki sana emanettir. O emanetin mâliki, herşeye kadîr,
herşeyi bilir bir Rahîm-i Kerîm'dir. O senin yanındaki mülkünü senden satın
almak istiyor. Tâ senin için muhafaza etsin, zayi olmasın. İleride mühim bir
fiat sana verecek. Sen muvazzaf ve memur bir askersin. Onun namiyle çalış ve
hesabiyle amel et. Odur ki, muhtaç olduğun şeyleri sana rızk olarak gönderiyor
ve senin takatın yetmediği şeylerden seni muhafaza eder. Senin şu hayatının
gayesi, neticesi; o Mâlik'in Esmâsına ve şuûnatına bir mazhariyettir. Sana bir
musîbet geldiği vakit, de:
اِنَّا لِلّهِ وَاِنَّا
اِلَيْهِ رَاجِعُونَ Yâni: Ben malikimin hizmetindeyim. Ey
musîbet! Eğer onun izin ve rızasiyle geldin ise, merhaba, safa geldin! Çünki:
Elbette bir vakit ona döneceğiz ve onun huzuruna gideceğiz ve ona müştakız.
Madem herhalde bir zaman bizi hayatın tekâlifinden âzad edecektir. Haydi ey
musîbet! O terhis ve o âzad etmek, senin elinle olsun, razıyım. Eğer benim
emanet muhafazasında ve vazifeperverliğimi tecrübe suretinde sana emir ve irade
etmiş, fakat sana teslim olmaklığıma izin ve rızası olmazsa; benim takatim
yettikçe, emîn olmıyana Mâlikimin emanetini teslim etmem!" der.
İşte binden bir nümune olarak,
deha-yı felsefînin ve hüda-yı Kur'anînin verdikleri derslerin derecelerine bak.
Evet iki tarafın hakikat-ı hali sâbıkan beyan edilen tarz ile gidiyor. Fakat
hidâyet ve dalâlette insanların dereceleri mütefavittir. Gafletin mertebeleri
muhteliftir. Herkes her mertebede bu hakikatı tamamiyle hissedemez. Çünki
gaflet, hissi ibtal ediyor.
sh: » (L:111)
Ve bu zamanda öyle bir derecede ibtal-i his
etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat
hassasiyet-i ilmiyenin tezâyüdüyle ve her günde otuzbin cenazeyi gösteren
mevtin ikazatiyle o gaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebilerin tagutlariyle ve
fünun-u tabîiyyeleriyle dalâlete gidenlere ve onları körükörüne taklid edip
ittiba edenlere binler nefrin ve teessüfler!
Ey bu vatan gençleri! Firenkleri
taklide çalışmayınız! Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten
sonra, hangi akıl ile onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittiba edip emniyet
ediyorsunuz? Yok! Yok! Sefîhane taklid edenler, ittiba değil, belki şuursuz
olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam
ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, Siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet
dâvâsında yalancılık ediyorsunuz!.. Çünki şu surette ittibaınız, milliyetinize
karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır!..
هَدَينَا اللّهُ وَ
اِيَّاكُمْ اِلَى الصِّرَاطِ الْمُسْتَقِيمِ
ALTINCI NOTA: Ey kâfirlerin
çokluklarından ve onların bazı hakaik-i îmaniyenin inkârındaki ittifaklarından
telâşa düşen ve îtikadını bozan bîçare insan! Bil ki: Kıymet ve ehemmiyet,
kemmiyette ve aded çokluğunda değil. Çünki insan eğer insan olmazsa, şeytan bir
hayvana inkılâb eder. İnsan, bazı firenkler ve firenk-meşrebler gibi
ihtirasat-ı hayvaniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvaniyet
mertebesini alır. Sen görüyorsun ki; hayvanatın kemmiyet ve aded itibariyle
hadsiz bir çokluğu varken, ona nisbeten insan gâyet az iken, umum envâ-ı
hayvanat üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuştur. İşte muzır kâfirler ve
kâfirlerin yolunda giden sefihler, Cenab-ı Hakk'ın hayvanatından bir nevi
habislerdir ki, Fâtır-ı Hakîm onları dünyanın imareti için halketmiştir. Mü'min
ibadına ettiği nimetlerin derecelerini bildirmek için, onları bir vâhid-i
kıyasî yapıp, âkibetinde müstehak oldukları Cehennem'e teslim eder. İşte
küffarın ve ehl-i dalâletin bir hakikat-ı îmâniyeyi inkâr ve nefyetmelerinde
kuvvet yoktur. Çünki nefiy sırriyle ittifakları kuvvetsizdir. Bin nefyediciler,
birtek hükmündedir. Meselâ: Bütün İstanbul ahalisi, Ramazanın başında Ay'ı
görmediğinden nefyetse, iki şahidin isbatiyle o cemm-i gafîrin nefiy ve
ittifakı sukut eder. Madem küfrün ve dalâletin mahiyeti nefiydir ve inkârdır,
cehildir ve ademdir, küffarın kesret ile ittifakı ehemmiyetsizdir. Ehl-i
hakkın, hak ve sabit ve sübûtu isbat olunan mesail-i îmaniyede şuhuda istinad
eden iki mü'minin hükmü, hadsiz o ehl-i dalâletin ittifakına râcih olur, galebe
eder. Bu hakikatın sırrı şudur ki: Nefyedenlerin dâvâları sureten bir iken,
müteaddiddir; birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. İsbat edicilerin
dâvâları ittihad ediyor...
sh: » (L:112)
birbirinden kuvvet alır. Çünki
gökteki Hilâl-i Ramazanı görmiyen der ki: "Benim nazarımda Ay yoktur;
benim yanımda görünmüyor." Başkası da, "Nazarımda yoktur." der.
Daha başkası da öyle der. Herbiri kendi nazarında "yoktur" der.
Herbirinin nazarları ayrı ayrı ve nazara perde olan esbab dahi ayrı ayrı
olabildiği için, dâvâları da ayrı ayrı olur; birbirine kuvvet veremez. Fakat
isbat edenler demiyor ki: "Benim nazarımda ve gözümde Hilâl var."
Belki "Nefs-ül emirde, göğün yüzünde Hilâl vardır, görünür" der.
Görenler bütün aynı dâvâyı ve "nefs-ül emirde vardır" der. Demek
bütün dâvâlar birdir. Nefyedenlerin nazarları ayrı ayrı olduğundan, dâvâları da
ayrı ayrı olur. Nefs-ül emre hükmedemiyorlar. Çünki nefs-ül emirde nefiy isbat
edilmez. Çünki ihata lâzımdır. وَ
الْعَدَمُ الْمُطْلَقُ لاَ يُثْبِتُ اِلاَّ بِمُشْكِلاتٍ عَظِيمَةٍ
bir kaide-i usuldür. Evet birşeyi dünyada var desen, yalnız o şeyi göstermek
kâfi gelir. Eğer yok deyip nefyetsen, bütün dünyayı eleyip göstermek lâzım
gelir ki, tâ o nefiy isbat edilsin.
İşte bu sırra binaen; ehl-i
küfrün bir hakikatı nefyetmesi ise, bir mes'eleyi halletmek veyahud dar bir
delikten geçmek veyahud bir hendekten atlamak misalindedir ki; bin de, bir de,
birdir. Çünki birbirine yardımcı olamaz. Fakat isbat edenler nefs-ül emirde
hakikat-ı hâle baktıkları için, müddeaları ittihad ediyor. Kuvvetleri birbirine
yardım eder. Büyük bir taşın kaldırmasına benzer ki, ne kadar eller yapışsa
daha ziyade kaldırması kolay olur ve birbirinden kuvvet alır.
YEDİNCİ NOTA: Ey müslümanları
dünyaya şiddetle teşvik eden ve san'at ve terakkiyat-ı ecnebiyeye cebr ile
sevkeden bedbaht hamiyet-füruş! Dikkat et, bu milletin bazılarının din ile
bağlandıkları rabıtaları kopmasın! Eğer böyle ahmakane körükörüne topuzların
altında bazıların dinden rabıtaları kopsa, o vakit hayat-ı içtimaiyede bir
semm-i kâtil hükmünde o dinsizler zarar verecekler. Çünki mürtedin vicdanı
tamam bozulduğundan, hayat-ı içtimaiyeye zehir olur. Ondandır ki, ilm-i usulde
"Mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Kâfir eğer zimmî olsa veya Musâlâha etse,
hakk-ı hayatı var" diye Usûl-i Şeriatın bir düsturudur. Hem Mezheb-i
Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin şEhadeti makbuldür. Fakat fâsık
merdud-üş şEhadettir, çünki haindir.
Ey bedbaht fâsık adam! Fâsıkların
kesretine bakıp aldanma ve "Ekseriyetin efkârı benimle beraberdir"
deme! Çünki fâsık adam, fıskı istiyerek ve bizzat taleb edip girmemiş; belki
içine düşmüş çıkamıyor. Hiçbir fâsık yoktur ki, sâlih olmasını temenni etmesin
ve âmirini ve reisini mütedeyyin görmek istemesin. İllâ ki, El'iyâzübillâh
irtidat ile vicdanı tefessüh edip, yılan gibi zehirlemekten lezzet alsın.
sh: » (L:113)
Ey divane baş ve bozuk kalb!
Zanneder misin ki, "Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahud düşünmüyorlar
ki, fakr-ı hâle düşmüşler... ve îkaza muhtaçtırlar; tâ ki dünyadan hissesini
unutmasınlar." Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs
şiddetlenmiş, onun için fakr-ı hâle düşüyorlar. Çünki mü'minde hırs, sebeb-i
hasârettir ve sefalettir. اَلْحَرِيصُ
خَائِبٌ خَاسِرٌ durub-u emsal hükmüne geçmiştir. Evet insanı dünyaya çağıran ve
sevkeden esbab çoktur. Başta nefis ve hevası ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları
ve şeytanı ve dünyanın sûrî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok
dâîleri var. Halbuki bâkî olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye dâvet eden
azdır. Eğer sende zerre mikdar bu bîçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü
himmetten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bâkiyeye yardım eden azlara imdad
etmek lâzım gelir. Yoksa o az dâîleri susturup, çoklara yardım etsen şeytana
arkadaş olursun.
Âyâ zanneder misin; Bu milletin
fakr-ı hâli, dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tenbellikten
neş'et ediyor. Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve
Hind'deki Mecusî ve Berâhime ve Afrika'daki zenciler gibi, Avrupa'nın tasallûtu
altına giren milletler bizden daha fakirdirler. Hem görmüyor musun ki, zarurî
kuttan ziyade müslümanların elinde bırakılmıyor. Ya Avrupa kâfir zâlimleri veya
Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasbediyor. Sizin cebren böyle
ehl-i îmanı mimsiz medeniyete sevketmekteki maksadınız, eğer memlekette âsâyiş
ve emniyet ve kolayca idâre etmek ise, kat'iyyen biliniz ki; hata ediyorsunuz,
yanlış yola sevkediyorsunuz. Çünki itikadı sarsılmış, ahlâkı bozulmuş yüz
fâsıkın idâresi ve onlar içinde âsâyiş temini, binler ehl-i salâhatın
idaresinden daha müşkildir. İşte bu esaslara binaen ehl-i İslâm, dünyaya ve
hırsa sevketmeye ve teşvik etmeye muhtaç değildirler. Terakkiyat ve âsayişler,
bununla temin edilmez. Belki mesâîlerinin tanzimine ve mabeynlerindeki
emniyetin te'sisine ve teâvün düsturunun teshîline muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç da,
dinin evâmir-i kudsiyesiyle ve takvâ ve salâbet-i diniye ile olur.
SEKİZİNCİ NOTA: Ey sa'y ve
ameldeki lezzet ve saadeti bilmiyen tenbel insan! Bil ki:
Cenab-ı Hak, kemal-i kereminden,
hizmetin mükâfatını, hizmet içinde dercetmiştir. Amelin ücretini, nefs-i amel
içine koymuştur. İşte bu sır içindir ki, mevcudat hatta bir nokta-i nazarda
câmidat dahi, evâmir-i tekviniye tabîr edilen hususî vazifelerinde, kemal-i
şevk ile ve bir çeşit lezzet ile evâmir-i Rabbaniyeyi imtisal ederler. Arıdan,
sinekten, tavuktan tut; tâ Şems ve Kamer'e kadar her şey kemal-i lezzetle
vazifesine çalışıyor
sh: » (L:114)
lar. Demek hizmetlerinde bir lezzet var ki, akılları olmadığından
âkibeti ve neticeleri düşünmeden, mükemmel vazifelerini ifa ediyorlar.
Eğer desen:" Zîhayatta
lezzet kabildir, cemâdatta nasıl şevk ve lezzet olabilir?
Elcevap: Cemâdat; kendi
hesablarına değil, onlarda tecelli eden Esmâ-i İlâhiyye hesabına bir şeref, bir
makam, bir kemal, bir güzellik, bir intizam isterler; arıyorlar. O vazife-i
fıtriyelerinin imtisalinde, Nur-ul-Envâr'ın isimlerine birer ma'kes, birer
âyine hükmüne geçtiğinden tenevvür eder, terakki eder. Meselâ: Nasılki bir
katre su, bir zerrecik cam parçası zatında ziyasız, ehemmiyetsiz iken, sâfi
kalbiyle Güneş'e yüzünü çevirse, o vakit o ehemmiyetsiz, ziyasız katre ve cam
parçası, Güneş'in bir nevi arşı olup senin yüzüne de tebessüm eder. İşte bu
misâl gibi, zerrat ve mevcudat, cemal-i mutlak ve kemal-i mutlak sahibi olan Zat-ı
Zülcelâl'in isimlerine vazifeperverlik cihetinde âyine olmalariyle, o katre ve
zerrecik şişe gibi gâyet aşağı bir dereceden gâyet yüksek bir derece-i zuhura
ve tenevvüre çıkıyorlar. Madem vazife cihetinde gâyet nuranî ve yüksek bir
makam alıyorlar; lezzet mümkün ve kabil ise, yâni hayat-ı ammeden hissedar
iseler, gâyet lezzet ile o vazifeleri görüyorlar, denilebilir.
Vazifede lezzet bulunduğuna en
zâhir bir delil, sen kendi âza ve duygularının hizmetlerine bak. Herbiri beka-i
şahsî ve beka-i nev'î için ettikleri hizmetlerinde ayrı ayrı lezzetleri var.
Nefs-i hizmet, onlara bir telezzüz hükmüne geçiyor. Hatta hizmeti terketmek, o
uzvun bir nevi azabıdır.
Hem en zâhir bir delil dahi,
horoz veya yavrulu tavuk gibi hayvanatın vazifelerinde gösterdikleri fedakârane
ve merdâne vaziyetleridir ki, horoz aç olduğu halde tavukları nefsine tercih
edip bulduğu rızka onları çağırır; yemez, onlara yedirir. Ve bir şevk ve
iftihar ve telezzüz ile o vazifeyi gördüğü, görünür. Demek o hizmette, yemekten
fazla bir lezzet alır.
Hem küçük yavrularına çobanlık
eden tavuk dahi, yavrularının hatırı için ruhunu feda eder. İte atılır. Kendini
aç bırakıp onları doyurur. Demek o hizmette öyle bir lezzet alır ki; açlık
acısına ve ölmek elemine tereccüh eder, ziyade gelir. Hayvanî valideler,
yavrularını, küçük iken vazifeleri bulunduğundan lezzetle himayeye çalışır.
Büyük olduktan sonra vazife kalkar, lezzet de gider. Yavrusunu döver, elinden
taneyi alır. Yalnız, insan nev'indeki validelerin vazifeleri bir derece devam
eder. Çünki: İnsanlarda, zaaf ve acz itibariyle daima bir nevi çocukluk var,
Her vakit de şefkate muhtaçtır. İşte umum hayvanatın (horoz gibi)
sh: » (L:115)
çobanlık eden erkeklerine ve
tavuk gibi validelerine bak, anla ki; bunlar kendi hesabına ve kendileri namına,
kendi kemalleri için o vazifeyi görmüyorlar. Çünki hayatını, vazifede lâzım
gelse feda ediyorlar. Belki vazifeleri, onları o vazife ile tavzif eden ve o
vazife içinde Rahmetiyle bir lezzet derceden Mün'im-i Kerîm'in hesabına ve
Fâtır-ı Zülcelâl'in namına görüyorlar.
Hem nefs-i hizmette ücret
bulunduğuna bir delil de şudur ki: Nebatat ve eşcar, bir şevk ve lezzeti ihsas
eden bir tavır ile Fâtır-ı Zülcelâl'in emirlerini imtisal ediyorlar. Çünki:
Dağıttığı güzel kokular ve müşterilerin nazarını celbedecek zînetlerle
süslenmeleri ve sünbülleri ve meyveleri için çürüyünceye kadar kendilerini feda
etmeleri, ehl-i dikkate gösterir ki: Onların, emr-i İlâhînin imtisalinden öyle
bir lezzetleri var ki; nefsini mahvedip çürütüyor.
Bak: Başında çok süt konserveleri
taşıyan Hindistan cevizi ve incir gibi meyvedar ağaçlar, Rahmet hazinesinden
lisan-ı hal ile süt gibi en güzel bir gıdayı ister, alır, meyvelerine yedirir;
kendi bir çamur yer. Nar ağacı sâfi bir şarabı, hazine-i Rahmetten alıp
meyvesine yedirir; kendisi çamurlu ve bulanık bir suya kanaat eder.
Hatta hububatta dahi sünbüllenmek
vazifesinde zâhir bir iştiyak görünür. Nasılki dar bir yerde hapsedilen bir
zat, bir bostana, geniş bir yere çıkmayı müştakane ister. Öyle de: Hububatta,
sünbüllenmek vazifesinde öyle sürurlu bir vaziyet, bir iştiyak görünüyor. İşte
"Sünnetullah" tabîr edilen. Kâinatta cereyan eden bu sırlı uzun
düsturdandır ki: İşsiz, tenbel, istirahatla yaşayan ve rahat döşeğinde
uzananlar, ekseriyetle sa'yeden, çalışanlardan daha ziyade zahmet ve sıkıntı
çeker. Çünki daima işsizler ömründen şikâyet eder; eğlence ile çabuk geçmesini
ister. Sa'yeden ve çalışan ise; şâkirdir, hamdeder. Ömrün geçmesini istemez. اَلْمُسْتَرِيحُ الْعَاطِلُ
شَاكٍ مِنْ عُمْرِهِ وَ السَّاعِىُ الْعَامِلُ شَاكِرٌ küllî düsturdur. Hem
o sır iledir ki: "Rahat, zahmette; zahmet, rahattadır" cümlesi darb-ı
mesel olmuştur. Evet cemâdata dikkatle nazar edilse: Bilkuvve yalnız istidad ve
kabiliyet cihetinde nâkıs kalıp inkişaf etmiyenlerin, gâyet bir içtihad ve sa'y
ile inbisat edip bilkuvveden bilfiil suretine geçmesinde, mezkûr sünnet-i
İlahiyye düsturiyle bir tavır görünüyor. Ve o tavır işaret eder ki: O vazife-i
fıtriyede bir şevk ve o mes'elede bir lezzet vardır. Eğer o câmidin umumî
hayattan hissesi varsa, şevk kendisinin olur; yoksa, o câmidi temsil eden,
nezaret eden şey'e aittir. Hatta bu sırra binaen denilebilir: Lâtif, nazik su
incimad emrini aldığı vakit, öyle şiddetli bir şevk ile o emre imtisal eder ki,
demiri şak eder: parçalar.
sh: » (L:116)
Demek bürûdet ve taht-es sıfır
soğuğun lisaniyle ağzı kapalı demir kaptaki suya "genişlen!" emr-i
Rabbanîsini tebliğinde, şiddet-i şevk ile kabını parçalar, demiri bozar, kendisi buz olur. Ve hâkeza..
Herşeyi buna kıyas et ki, Güneşlerin deveranından ve seyr ü seyahatlarından
tut, tâ zerrelerin mevlevî gibi devretmelerine ve dönmelerine ve ihtizazlarına
kadar kâinattaki bütün sa'y ü hareket, kanun-u kader-i İlâhî üzerine cereyan
ediyor. Ve dest-i kudret-i İlâhîden sudûr eden ve irade ve emir ve ilmi
tazammun eden emr-i tekvînî ile zuhur eder. Hatta herbir zerre, herbir mevcud,
herbir zîhayat, bir nefer askere benzer ki; orduda muhtelif dâirelerde, o
neferin ayrı ayrı nisbetleri, vazifeleri olduğu gibi; herbir zerre, herbir
zîhayatın dahi öyledir. Meselâ: Senin gözünde bir zerre, gözün hüceyresinde ve
gözde ve a'sâb-ı vechiyede ve bedenin şerâyin tabîr edilen damarlarında, birer
nisbeti ve o nisbete göre birer vazifesi ve o vazifeye göre birer faidesi
vardır. Ve hâkeza herşeyi ona kıyas et. Buna binaen herbir şey, bir Kadîr-i Ezelî'nin
vücûb-u vücûduna iki cihetle şehadet eder:
Biri: Tâkatının binler derece
fevkinde vazifeleri görmekteki acz-i mutlak lisaniyle o Kadîr'in vücuduna
şehadet eder.
İkincisi: Herbir şey, nizam-ı
âlemi teşkil eden düsturlara ve müvazene-i mevcudatı idame eden kanunlara
tatbik-i hareket etmekle, o Alîm-i Kadîr'e şehadet eder.
Çünki: Zerre gibi bir câmid, arı
gibi küçük bir hayvan, Kitab-ı Mübin'in mühim ve ince mes'eleleri olan nizam ve
mîzanı bilmez. Câmid bir zerre, arı gibi küçük bir hayvan nerede? Semavat
tabakalarını bir defter sahifesi gibi açıp, kapayıp toplayan Zat-ı Zülcelâl'in
elindeki Kitab-ı Mübîn'in mühim ince mes'elelerini okumak nerede? Eğer sen
dîvanelik edip; zerrede, o kitabın ince hurufatını okuyacak kadar bir göz
bulunduğunu tevehhüm etsen; o vakit o zerrenin şEhadetini redde çalışabilirsin.
Evet Fâtır-ı Hakîm, Kitab-ı Mübîn'in düsturlarını gâyet güzel bir surette ve
muhtasar bir tarzda ve has bir lezzette ve mahsus bir ihtiyaçta icmal edip
derceder. Herşey öyle has bir lezzet ve mahsus bir ihtiyaç ile amel etse, o
Kitab-ı Mübin'in düsturlarını bilmiyerek imtisal eder. Meselâ: Hortumlu
sivrisinek dünyaya geldiği dakikada hanesinden çıkar; durmıyarak insanın yüzüne
hücum eder, uzun asâsiyle vurur; âb-ı hayat fışkırtır, içer. Hücumdan kaçmakta,
erkân-ı harb gibi meharet gösterir. Acaba bu küçük, tecrübesiz, yeni dünyaya
gelen mahlûka bu san'atı ve bu fenn-i harbi ve su çıkarmak san'atını kim
öğretmiş? Ve nerede öğrenmiş? Ben, yâni bu bîçare Said itiraf ediyorum ki: Eğer
ben o hortumlu sineğin yerinde olsaydım; bu san'atı, bu kerr u fer harbini ve
su çıkarmak hizmetini çok uzun dersler ve çok müteaddid tecrübelerle ancak
öğrenebilirdim.
sh: » (L:117)
İşte ilhama mazhar olan arı,
örümcek ve yuvasını çorap gibi yapan bülbül gibi hayvanatı bu sineğe kıyas et.
Hatta nebatatı da aynen hayvanata kıyas edebilirsin. Evet Cevvad-ı Mutlak
(Celle Celaluhu), her ferd-i zîhayatın eline lezzet midadiyle ve ihtiyaç
mürekkebiyle yazılmış bir tezkereyi vermiş. Onunla evâmir-i tekviniyenin
proğramını ve hizmetlerinin fihristesini tevdi etmiştir. Bak o Hakîm-i
Zülcelâl'e; nasıl Kitab-ı Mübîn'in düsturlarından arı vazifesine ait mikdarını
bir tezkerede yazmış, arının başındaki sandukçaya koymuştur. O sandukçanın
anahtarı da, vazifeperver arıya has bir lezzettir. Onunla sandukçayı açar,
proğramını okur: emri anlar, hareket eder. وَ اَوْحَى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ âyetinin sırrını
izhar eder. İşte eğer bu Sekizinci Nota'yı tamam işittin ve tam anladınsa, bir
hads-i îmanî ile وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ
شَيْءٍ nin bir sırrını, وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ nin bir hakikatını, اِنمَّاَ اَمْرُهُ اِذَا
اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ nun bir düsturunu, فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ
مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ nun bir nüktesini
anlarsın.
DOKUZUNCU NOTA: Bil ki: Nev-i
beşerde Nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemalâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i
Hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu
âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir feyiz, zâhir bir hak, fâik bir
kemal görünüyor. Bilbedahe hak ve hakikat, Nübüvvet içindedir ve Nebîler
elindedir. Dalâlet, şerr ve hasâret; onun muhalifindedir.
Mehâsin-i ubûdiyetin binlerinden
yalnız buna bak ki: Nebi Aleyhisselâm, ubûdiyet cihetiyle Muvahhidînin
kalblerini îd ve cuma ve cemaat namazlarında ittihad ettiriyor ve dillerini bir
kelimede cemediyor. Öyle bir surette ki: Şu insan, Mâbud-u Ezelî'nin azamet-i
hitabına, hadsiz kalblerden ve dillerden çıkan sesler, dualar, zikirler ile
mukabele ediyor. O sesler, dualar, zikirler birbirine tesanüd ederek ve
birbirine yardım edip ittifak ederek öyle geniş bir surette Mâbud-u Ezelî'nin
Ulûhiyetine karşı bir ubûdiyet gösteriyor ki; güya Küre-i Arz kendisi o zikri
söylüyor, o duayı ediyor ve aktariyle namaz kılıyor ve etrafiyle semavatın
fevkinde izzet ve azametle nazil olan َاَقِيمُوا الصَّلوَةَ
sh: » (L:118)
emrini, Küre-i Arz imtisal ediyor. Bu sırr-ı ittihad ile, Kâinat içinde
bir zerre gibi zaîf, küçük bir mahlûk olan şu insan, ubûdiyetin azameti
cihetiyle Hâlik-ı Arz ve Semavat'ın mahbub bir abdi ve Arz'ın halifesi, sultanı
ve hayvanatın reisi ve hilkat-ı Kâinatın neticesi ve gayesi oluyor. Evet eğer
namazların arkasında hususan bayram namazlarında bir anda Allahu Ekber diyen
yüzer milyon insanların sesleri, âlem-i gaybda ittihad ettikleri gibi, âlem-i
şEhadette dahi birbiriyle ittihad edip içtima etse, Küre-i Arz tamamiyle büyük
bir insan olup, azametine nisbeten büyük bir sada ile söylediği Allahu Ekber'e
müsavi geldiğinden, o muvahhidînin ittihadı ile bir anda Allahu Ekber demeleri,
Küre-i Arz'ın büyük bir Allahu Ekber'i hükmüne geçiyor. Âdeta bayram
namazlarında Âlem-i İslâmın zikir ve tesbihiyle zemin zelzele-i kübrâya mazhar
olup, aktâr ve etrafiyle Allahu Ekber deyip, kıblesi olan Kâbe-i Mükerreme'nin
samimî kalbiyle niyet edip, Mekke ağziyle, Cebel-i Arefe diliyle Allahu Ekber
diyerek, o tek kelime etraf-ı Arz'daki umum mü'minlerin mağara-misal
ağızlarındaki havada temessül ediyor. Birtek Allahu Ekber kelimesinin aks-i
sadasiyle hadsiz Allahu Ekber vuku bulduğu gibi, o makbul zikir ve tekbir,
semavatı dahi çınlatıp berzah âlemlerine de temevvüc ederek sada veriyor. İşte
bu Arz'ı böyle kendine sâcid ve âbid; ve ibadına mescid ve mahluklarına beşik
ve kendine müsebbih ve mükebbir eden Zat-ı Zülcelâl'e, yerin zerratı adedince
hamd ve tesbih ve tekbir edip ve mevcudatı adedince hamd ediyoruz ki; bize bu
nevi ubûdiyeti ders veren Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ına ümmet
eylemiş.
ONUNCU NOTA: Bil ey gâfil,
müşevveş Said! Cenab-ı Hakk'ın nur-u mârifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve
şahidlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve berahin ve deliller mesâmatiyle
temaşa etmek iktiza ediyor ki; senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına
görünen herbir nuru tenkid parmaklariyle yoklama ve tereddüd eliyle tenkid
etme! Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma; belki gaflet esbabından
tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur. Çünki ben müşahede ettim ki:
Mârifetullahın şahidleri, bürhanları üç çeşittir.
Bir kısmı: Su gibidir; görünür,
hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek,
külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkid parmaklariyle tecessüs edilmez; edilse
akar, kaçar. O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez.
İkinci kısım: Hava gibidir;
hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen yüzün, ağzın,
ruhunla o Rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut, tenkid elini
uzatma, tutamazsın. Ruhunla teneffüs et. Tereddüd eliyle baksan, tenkid ile el
atsan, o yürür gider; senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz.
sh: » (L:119)
Üçüncü kısım ise: Nur gibidir;
görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyle ise kalbinin gözüyle, ruhunun
nazariyle kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle; belki kendi
kendine gelir. Çünki nur; el ile tutulmaz, parmaklar ile avlanmaz, belki o nur
ancak basiret nuriyle avlanır. Eğer harîs ve maddî elini uzatsan ve maddî
mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünki öyle nur, maddîde hapse razı
olmadığı gibi, kayda da giremez, kesîfi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez.
ONBİRİNCİ NOTA: Bil ki: Kur'an-ı
Mu'ciz-ül Beyan'ın ifadesinde çok şefkat ve merhamet var. Çünki muhatabların
ekserisi, cumhûr-u avamdır. Onların zihinleri basittir. Nazarları dahi dakik
şeyleri görmediğinden, onların besâtet-i efkârını okşamak için tekrar ile,
semavat ve arzın yüzlerine yazılan âyetleri tekrar ediyor. O büyük harfleri
kolaylıkla okutturuyor. Meselâ: Semavat ve arzın hilkati ve semadan yağmurun
yağdırılması ve arzın dirilmesi gibi bilbedahe okunan ve görünen âyetleri ders
veriyor. O hurûf-u kebîre içinde küçük harflerle yazılan ince âyâta nazarı
nâdiren çevirir, tâ zahmet çekmesinler. Hem üslûb-u Kur'anîde öyle bir cezâlet
ve selâset ve fıtrîlik var ki: Güya Kur'an bir hâfızdır; kudret kalemiyle
kâinat sahifelerinde yazılan âyâtı okuyor. Güya Kur'an, kâinat kitabının
kıraatıdır ve nizamatının tilâvetidir ve Nakkaş-ı Ezelîsinin şuûnatını okuyor
ve fiillerini yazıyor. Bu cezalet-i beyâniyeyi görmek istersen, hüşyar ve
müdakkik bir kalb ile, Sure-i Amme ve قُلِ اللّهُمَّ مَالِكَ اْلمُلْكِ âyetleri gibi
fermanları dinle!..
ONİKİNCİ NOTA: Ey bu Notaları
dinliyen dostlarım! Biliniz ki; ben hilâf-ı âdet olarak, gizlemesi lâzım gelen
Rabbime karşı kalbimin tazarru' ve niyaz ve münacatını bazen yazdığımın sebebi;
ölüm, dilimi susturduğu zamanlarda, dilime bedel kitabımın söylemesinin
kabulünü Rahmet-i İlahiyyeden rica etmektir. Evet kısa bir ömürde, hadsiz
günahlarıma keffaret olacak, muvakkat lisanımın tevbe ve nedametleri kâfi
gelmiyor. Sabit ve bir derece daim olan kitabın lisanı daha ziyade o işe yarar.
İşte onüç sene (Hâşiye) evvel, dağdağalı bir fırtına-i ruhiye neticesinde, Eski
Said'in gülmeleri, Yeni Said'in ağlamalarına inkılâb edeceği hengâmda;
gençliğin gaflet uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım bir anda, şu münacat
ve niyaz Arabî yazılmıştır. Bir kısmının Türkçe meali şudur ki:
Ey Rabb-ı Rahîmim ve ey Hâlik-ı
Kerimim! Benim sû-i ihtiyarımla ömrüm ve gençliğim zâyi olup gitti... Ve o ömür
ve gençliğin meyvelerin
______________________________
(Hâşiye): Bu Risalenin
te'lifinden onüç sene evvel.
sh: » (L:120)
den elimde kalan, elem verici günahlar, zillet verici elemler, dalâlet
verici vesveseler kalmıştır. Ve bu ağır yük ve hastalıklı kalb ve hacâletli
yüzümle kabre yakınlaşıyorum. Bilmüşahede göre göre gâyet sür'atle, sağa ve
sola inhiraf etmiyerek, ihtiyarsız bir tarzda, vefat eden ahbab ve akran ve
akaribim gibi kabir kapısına yanaşıyorum. O kabir, bu dâr-ı fâniden, firak-ı
ebedî ile ebed-ül âbâd yolunda kurulmuş, açılmış evvelki menzil ve birinci kapıdır.
Ve bu bağlandığım ve meftun olduğum şu dâr-ı dünya da, kat'î bir yakîn ile
anladım ki; hâliktir gider ve fânidir ölür. Ve bilmüşahede içindeki mevcudat
dahi, birbiri arkasından kafile kafile göçüp gider, kaybolur. Hususan benim
gibi nefs-i emmareyi taşıyanlara şu dünya çok gaddardır, mekkârdır. Bir lezzet
verse, bin elem takar çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.
Ey Rabb-ı Rahîmim ve ey Hâlik-ı
Kerîmim! كُلُّ آتٍ قَرِيبٌ
sırrıyla ben şimdiden görüyorum ki: Yakın bir zamanda ben kefenimi giydim,
tabutuma bindim, dostlarımla veda eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken,
senin dergâh-ı Rahmetinde, cenazemin lisan-ı hâliyle, ruhumun lisan-ı kaliyle
bağırarak derim: El-amân el-amân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın
hacâletinden kurtar! İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp
kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı Rahmetine
kaldırıp bütün kuvvetimle feryad edip nida ediyorum: El-amân el-amân! Yâ
Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın ağır yüklerinden hâlas eyle! İşte kabrime
girdim, kefenime sarıldım. Teşyî'ciler beni bırakıp gittiler. Senin afv ü
Rahmetini intizar ediyorum... Ve bilmüşahede gördüm ki: Senden başka melce' ve
mence' yok. Günahların çirkin yüzünden ve mâsiyetin vahşi şeklinden ve o
mekânın darlığından bütün kuvvetimle nida edip diyorum: El-amân, el-amân! Yâ
Rahmân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Yâ Deyyân! Beni çirkin günahlarımın
arkadaşlıklarından kurtar, yerimi genişlettir. İlâhî! Senin Rahmetin melceimdir
ve Rahmeten-lil-Âlemîn olan Habib'in, senin Rahmetine yetişmek için vesilemdir.
Senden şekva değil, belki nefsimi ve halimi sana şekva ediyorum. Ey Hâlik-ı
Kerîmim ve ey Rabb-ı Rahîmim! Senin Said ismindeki mahlûkun ve masnuun ve abdin
hem âsî, hem âciz, hem gâfil, hem câhil, hem alîl, hem zelil, hem müsi', hem
müsinn, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra
nedamet edip senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin Rahmetine iltica
ediyor. Hadsiz günah ve hatîatlarını itiraf ediyor.. Evham ve türlü türlü
illetlerle mübtelâ olmuş. Sana tazarru' ve niyaz eder. Eğer kemal-i Rahmetinle
onu kabul etsen, mağfiret edip Rahmet etsen; zaten o senin şânındır. Çünki
Erhamürrâhimînsin. Eğer kabul etmezsen, senin kapından başka hangi kapıya
gideyim? Hangi kapı var?
sh: » (L:121)
Senden başka Rab yok ki, dergâhına gidilsin. Senden başka hak Mâbud
yoktur ki, ona iltica edilsin!.."
الْكَلاَمِ فِى الدُّنْيَا وَ
اَوَّلُ الْكَلاَمِ فِى اْلآخِرَةِ وَ لاَ
شَرِيكَ لَكَ آخِرُ لاَاِلهَ
اِلاَّ اَنْتَ وَحْدَكَ
فِى الْقَبْرِ اَشْهَدُ اَنْ
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّهِ صَلَّى
اللّهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ
ONÜÇÜNCÜ NOTA: Medâr-ı iltibas
olmuş olan beş mes'eledir.
Birincisi: Tarîk-ı Hakta çalışan
ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenab-ı
Hakk'a ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler.
Edeb-üd Din Ve-d Dünya Risalesi'nde vardır ki: Bir zaman şeytan, Hazret-i Îsa
Aleyhisselâm'a itiraz edip demiş ki: "Madem ecel ve herşey kader-i İlâhî
iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin." Hazret-i
Îsa Aleyhisselâm demiş ki: اِنَّ
لِلّهَ اَنْ يَخْتَبِرَ عَبْدَهُ وَ لَيْسَ لِلْعَبْدِ اَنْ يَخْتَبِرَ رَبَّهُ
yâni: "Cenab-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: Sen böyle yapsan sana
böyle yaparım, göreyim seni yapabilir misin? diye tecrübe eder. Fakat abdin
hakkı yok ve haddi değil ki, Cenab-ı Hakk'ı tecrübe etsin ve desin: Ben böyle
işlesem, sen böyle işler misin? diye tecrübevâri bir surette Cenab-ı Hakk'ın
Rubûbiyetine karşı imtihan tarzı sû-i edebdir; ubûdiyete münafîdir."
Madem hakikat budur, insan kendi
vazifesini yapıp Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmamalı.
Meşhurdur ki: Bir zaman İslâm
kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddid defa mağlup eden Celâleddin-i
Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler: "Sen muzaffer
olacaksın, Cenab-ı Hak seni galib edecek." O demiş: "Ben Allah'ın
emriyle, cihad yolunda hareket etmiye vazifedarım, Cenab-ı Hakk'ın vazifesine
karışmam; muzaffer etmek veya mağlub etmek onun vazifesidir." İşte o zat
bu sırr-ı teslimiyeti anlamasiyle, harika bir surette çok defa muzaffer
olmuştur.
Evet insanın elindeki cüz-i
ihtiyarî ile işledikleri ef'allerinde, Cenab-ı Hakk'a âit netaici düşünmemek
gerektir. Meselâ: Kardeşlerimizden bir kısım zatlar, halkların Risale-i Nur'a
iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor. Dinlemedikleri
vakit zaîflerin kuvve-i maneviyeleri kırılıyor... Şevkleri bir derece sönüyor.
Halbuki Üstad-ı Mutlak, Mukteda-yı Küll, Rehber-i Ekmel olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselâm, وَمَا عَلَى الرَّسُولِ
اِلاَّ الْبَلاَغُ olan ferman-ı İlâhîyi kendine rehber-i
mutlak ederek, insanların çekilme
sh: » (L:122)
siyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa'y ü gayret ve ciddiyetle tebliğ
etmiş. Çünki اِنَّكَ لاَ تَهْدِى مَنْ
اَحْبَبْتَ وَلكِنَّ اللّهَ يَهْدِى مَنْ يَشَاءُ sırrıyla anlamış ki:
İnsanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenab-ı Hakk'ın vazifesidir. Cenab-ı
Hakk'ın vazifesine karışmazdı.
Öyle ise; işte ey kardeşlerim!
Siz de, size âit olmayan vazifeye harekâtınızı bina etmekle karışmayınız ve
Hâlikınıza karşı tecrübe vaziyetini almayınız!...
İkinci Mes'ele: Ubûdiyet, emr-i
İlâhîye ve rıza-yı İlâhîye bakar. Ubûdiyetin dâîsi emr-i İlâhî ve neticesi,
rıza-yı Hak'tır. Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir. Fakat ille-i gâiye olmamak,
hem kasden istenilmemek şartiyle, dünyaya ait faideler ve kendi kendine
terettüb eden ve istenilmiyerek verilen semereler, ubûdiyete münafî olmaz.
Belki zaîfler için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait
faideler ve menfaatlar; o ubûdiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin
bir cüz'ü olsa; o ubûdiyeti kısmen ibtal eder. Belki o hâsiyetli virdi akîm
bırakır, netice vermez. İşte bu sırrı anlamıyanlar, meselâ yüz hâsiyeti ve
faidesi bulunan Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendî'yi veya bin hâsiyeti bulunan
Cevşen-ül Kebîr'i, o faidelerin bazılarını maksûd-u bizzat niyet ederek
okuyorlar. O faideleri göremiyorlar ve göremiyecekler ve görmeye de hakları
yoktur. Çünki: O faideler, o evradların illeti olamaz ve ondan, onlar kasden ve
bizzat istenilmiyecek. Çünki onlar fazlî bir surette, o hâlis virde talebsiz
terettüb eder. Onları niyet etse, ihlâsı bir derece bozulur. Belki ubûdiyetten
çıkar ve kıymetten düşer. Yalnız bu kadar var ki; böyle hâsiyetli evradı okumak
için zaîf insanlar bir müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O faideleri düşünüp,
şevke gelip; evradı sırf rıza-yı İlahî için, âhiret için okusa zarar vermez.
Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaşılmadığından; çoklar, Aktabdan ve Selef-i
Sâlihînden mervî olan faideleri görmediklerinden şübheye düşer, hatta inkâr da
eder.
Üçüncü Mes'ele: طُوبَى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ
Yâni: "Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez."
Nasıl bir zerre camdan, bir katre sudan, bir havuzdan, denizden, kamerden
seyyarelere kadar Güneşin cilveleri var. Herbirisi kabiliyetine göre Güneşin
aksini, misalini tutuyor ve haddini biliyor. Bir katre su, kendi kabiliyetine
göre "Güneş'in bir aksi bende vardır" der. Fakat "Ben de deniz
gibi bir âyineyim" diyemez. Öyle de: Esmâ-i İlâhiyenin cilvesinin
tenevvüüne göre, makamat-ı Evliyada öyle meratib var. Esmâ-i İlâhiyyenin
herbiri
sh: » (L: 123)
sinin bir güneş gibi kalbden Arş'a kadar cilveleri var. Kalb de bir
Arş'tır, fakat "Ben de Arş gibiyim" diyemez. İşte ubûdiyetin esası
olan, acz ve fakr ve kusur ve naksını bilmek ve niyaz ile dergâh-ı Ulûhiyete
karşı secde etmeye bedel, naz ve fahr suretinde gidenler; zerrecik kalbini
Arş'a müsavi tutar. Katre gibi makamını, deniz gibi Evliyanın makamatiyla
iltibas eder. Kendini o büyük makamata yakıştırmak ve o makamda kendini
muhafaza etmek için tasannuata, tekellüfata, mânâsız hodfüruşluğa ve birçok
müşkilâta düşer.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder