Ondokuzuncu Lem'a
İktisad Risalesi
(İktisad
ve kanaate; israf ve tebzîre dairdir.)
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
كُلُوا
وَ اشْرَبُوا وَ لاَ تُسْرِفُوا
Şu Âyet-i Kerîme, iktisada kat'î
emir ve israftan nehy-i sarih suretinde gâyet mühim bir ders-i hikmet veriyor.
Şu mes'elede "Yedi Nükte" var.
BİRİNCİ NÜKTE: Hâlik-ı Rahîm,
nev-i beşere verdiği nîmetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise; şükre
zıttır, nîmete karşı hasâretli bir istihfaftır. İktisad ise, nîmete karşı
ticaretli bir ihtiramdır. Evet iktisad hem bir şükr-ü mânevî, hem nimetlerdeki
Rahmet-i İlâhiyyeye karşı bir hürmet, hem kat'î bir surette sebeb-i bereket,
hem bedene perhiz gibi bir medâr-ı sıhhat, hem mânevî dilencilik zilletinden
kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve
zâhiren lezzetsiz görünen nîmetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebebdir.
İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhâlif olduğundan, vahim neticeleri vardır.
İKİNCİ NÜKTE: Fâtır-ı Hakîm,
insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde ve muntazam bir şehir misalinde
yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zâikayı bir kapıcı, â'sab ve damarları telefon ve
telgraf telleri gibi (Kuvve-i zâika ile, merkez-i vücuddaki mîde ile bir
medâr-ı muha
sh: » (L:130)
bereleridir) ki: Ağıza gelen maddeyi o damarlarla haber verir. Bedene,
mîdeye lüzumu yoksa "Yasaktır!" der, dışarı atar. Bazen da bedene
menfaatı olmamakla beraber zararlı ve acı ise; hemen dışarı atar, yüzüne
tükürür.
İşte mâdem ağızdaki kuvve-i zâika
bir kapıcıdır; mîde, cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O
saraya veyahût o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece
kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev'inden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla
olamaz. Tâ ki; kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp vazifeyi unutup, fazla bahşiş
veren ihtilâlcileri saray dahiline sokmasın. İşte bu sırra binâen, şimdi iki
lokma farzediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddi maddeden kırk
para; diğer lokma, en âlâ baklavadan on kuruş olsa.. bu iki lokma, ağıza
girmeden, beden itibariyle farkları yoktur, müsâvidirler; boğazdan geçtikten
sonra, cesed beslemesinde yine müsâvidirler. Belki, bazen kırk paralık peynir
daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zâikayı okşamak noktasında yarım
dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak, ne
kadar mânâsız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin. Şimdi, saray hâkimine
gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş
vermek, kapıcıyı baştan çıkarır, "Hâkim benim" der. Kim fazla bahşiş
ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak,
"Aman doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün."
dedirmeye mecbur edecek. İşte iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyyeye tevfik-ı
harekettir. Kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf
ise; o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mîdeyi karıştırır,
iştiha-yı hakîkîyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'î bir iştiha-yı
kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.
ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Sâbık ikinci
nüktede, kuvve-i zâika kapıcıdır dedik. Evet ehl-i gaflet ve rûhen terakki
etmiyen ve şükür mesleğinde ileri gitmiyen insanlar için bir kapıcı
hükmündedir. Onun telezzüzü hatırı için israfâta ve bir dereceden on derece
fiata çıkmamak gerektir. Fakat, hakikî ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatın ve ehl-i
kalbin kuvve-i zâikası -Altıncı Söz'deki muvâzenede beyan edildiği gibi,
kuvve-i zâikası- Rahmet-i İlâhiyenin matbahlarına bir nâzır ve bir müfettiş
hükmündedir. Ve o kuvve-i zâikada taamlar adedince mîzancıklarla nimet-i
İlâhiyyenin envaını tartmak ve tanımak; bir şükr-ü mânevî suretinde cesede,
mîdeye haber vermektir. İşte bu surette kuvve-i zâika, yalnız maddî cesede
bakmıyor. Belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle mîdenin fevkınde hükmü var,
makamı var.
sh: » (L:131)
İsraf etmemek şartiyle ve sırf
vazife-i şükrâniyeyi yerine getirmek ve envâ-ı niam-ı İlâhiyeyi hissedip
tanımak kaydı ile ve meşrû olmak ve zillet ve dilenciliğe vesile olmamak
şartiyle, lezzetini tâkip edebilir. Ve o kuvve-i zâikayı taşıyan lisanı,
şükürde istimal etmek için leziz taamları tercih edebilir. Bu hakikata işaret
eden bir hâdise ve bir keramet-i Gavsiye:
Bir zaman Hazret-i Gavs-ı Âzam
Şeyh Geylânî'nin (K.S.) terbiyesinde, nazdar ve ihtiyâre bir hanımın bir tek
evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyâre, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki,
oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan zaafiyetiyle vâlidesinin
şefkatini celbetmiş... Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs'ın yanına şekva için
gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından
demiş: "Ya Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor. Sen tavuk yersin!"
Hazret-i Gavs tavuğa demiş: "Kum Biiznillah!" O pişmiş tavuğun
kemikleri toplanıp, tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemed ve
mevsûk çok zatlardan Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca
meşhur bir zatın bir kerâmeti olarak mânevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i
Gavs demiş: "Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da
tavuk yesin." İşte Hazret-i Gavs'ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit
senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı mîdesine hâkim olsa ve
lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir...
DÖRDÜNCÜ NÜKTE: "İktisad
eden, maîşetçe aile belâsını çekmez" meâlinde لاَ يَعُولُ مَنِ اقْتَصَدَ
Hadîs-i Şerîfi sırriyle: İktisad eden, maîşetçe aile zahmet ve meşakkatini çok
çekmez. Evet iktisad, kat'î bir sebeb-i bereket ve medâr-ı hüsn-ü maîşet
olduğuna o kadar kat'î deliller var ki, had ve
hesaba gelmez. Ezcümle: Ben kendi şahsımda gördüğüm ve bana hizmet ve
arkadaşlık eden zatların şehadetleriyle diyorum ki: İktisad vasıtasiyle bazen
bire on bereket gördüm ve arkadaşlarım gördüler. Hatta dokuz sene -şimdi otuz
sene- evvel benimle beraber Burdur'a nefyedilen reislerden bir kısmı,
parasızlıktan zillet ve sefalete düşmemekliğim için, zekâtlarını bana kabul
ettirmeğe çok çalıştılar. O zengin reislere dedim: "Gerçi param pek azdır;
fakat iktisadım var; kanaata alışmışım. Ben sizden daha zenginim."
Mükerrer ve musırrâne tekliflerini reddettim. Cây-ı dikkattir ki: İki sene
sonra, bana zekâtlarını teklif edenlerin bir kısmı iktisadsızlık yüzünden
borçlandılar. Lillâhilhamd onlardan yedi sene sonra, o az para iktisad
bereketiyle bana kâfi geldi; benim yüz suyumu döktürmedi, beni halklara arz-ı
hâcete mecbur etmedi. Hayatımın bir düsturu olan "nâsdan istiğna"
mesleğimi bozmadı.
sh: » (L:132)
Evet iktisad etmiyen, zillete ve
mânen dilenciliğe ve sefalete düşmeğe namzeddir. Bu zamanda isrâfâta medâr
olacak para, çok pahalıdır. Mukabilinde bazen haysiyet, nâmus rüşvet alınıyor.
Bazen mukaddesat-ı dîniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor.
Demek mânevî yüz lira zarar ile, maddî yüz paralık bir mal alınır. Eğer iktisad
edip hâcât-ı zaruriyeye iktisar ve ihtisar ve hasretse
اِنَّ
اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ اْلمَتِينُ sırriyle, وَمَا
مِنْ دَابَّةٍ فِى اْلاَرْضِ اِلاَّ عَلَى اللّهِ رِزْقُهَا sarahatiyle; ummadığı
tarzda yaşayacak kadar rızkını bulacak. Çünki şu Âyet taahhüd ediyor.
Evet, rızk ikidir:
Biri hakikî rızıktır ki, onunla
yaşıyacak. Bu Âyetin hükmü ile o rızk, taahhüd-ü Rabbânî altındadır. Beşerin
sû-i ihtiyarı karışmazsa, o zarurî rızkı her halde bulabilir. Ne dînini, ne
nâmusunu, ne izzetini feda etmeğe mecbur olmaz.
İkincisi: Rızk-ı mecâzîdir ki, sû-i
istimâlât ile hâcât-ı gayr-ı zaruriye hâcât-ı zaruriye hükmüne geçip, görenek
belâsiyle tiryâki olup, terkedemiyor. İşte bu rızk, Taahhüd-ü Rabbânî altında
olmadığı için, bu rızkı tahsil etmek, hususan bu zamanda çok pahalıdır. Başta
izzetini feda edip, zilleti kabul etmek, bazen alçak insanların ayaklarını
öpmek kadar mânen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazen hayat-ı ebediyesinin
nuru olan mukaddesat-ı dîniyesini feda etmek suretiyle o bereketsiz menhus malı
alır. Hem bu fakr u zaruret zamanında, aç ve muhtaç olanların elemlerinden
ehl-i vicdana rikkat-i cinsiye vasıtasiyle gelen teellüm; o gayr-î meşru bir
surette kazandığı para ile aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırıyor. Böyle
acib bir zamanda, şüpheli mallarda, zaruret derecesinde iktifa etmek lâzımdır.
Çünki اِنَّ الضَّرُورَةَ تُقَدَّرُ بِقَدْرِهَا sırriyle: Haram
maldan, mecburiyetle zaruret derecesini alabilir; fazlasını alamaz. Evet muztar
adam, murdar etten tok oluncaya kadar yiyemez. Belki, ölmiyecek kadar
yiyebilir. Hem, yüz aç adamın huzurunda, kemâl-i lezzet ile fazla yenilmez.
İktisad, sebeb-i izzet ve kemâl
olduğuna delâlet eden bir vâkıa:
Bir zaman, dünyaca sehâvetle
meşhur Hâtem-i Tâî, mühim bir ziyafet veriyor. Misafirlerine gâyet fazla
hediyeler verdiği vakit, çölde gezmeye çıkıyor. Bakar ki: Bir ihtiyar fakir
adam, bir yük dikenli çalı ve gevenleri beline yüklemiş; cesedine batıyor,
kanatıyor. Hâtem ona dedi: Hâtem-i Tâî, hediyelerle beraber mühim bir ziyafet
veriyor. Sen de ora
sh: » (L:133)
ya git; beş kuruşluk çalı yüküne bedel beş yüz kuruş alırsın." O
muktesid ihtiyar demiş ki: "Ben, bu dikenli yükümü izzetimle çekerim,
kaldırırım. Hâtem-i Tâî'nin minnetini almam." Sonra, Hâtem-i Tâî'den
sormuşlar: "Sen kendinden daha civanmerd, aziz, kimi bulmuşsun?"
Demiş: "İşte o sahrada rast geldiğim o muktesid ihtiyarı benden daha aziz,
daha yüksek, daha civanmerd gördüm."
BEŞİNCİ NÜKTE: Cenab-ı Hak
kemâl-i kereminden, en fakir adama en zengin adam gibi ve gedâya (yâni fakire)
pâdişah gibi, lezzet-i nîmetini ihsas ettiriyor. Evet bir fakirin, kuru bir
parça siyah ekmekten açlık ve iktisad vasıtasiyle aldığı lezzet, bir pâdişahın
ve bir zenginin israftan gelen usanç ve iştahsızlık ile yediği en âlâ
baklavadan aldığı lezzetten daha ziyade lezzetlidir. Cây-ı hayrettir ki, bazı
müsrif ve mübezzir insanlar, böyle iktisadcıları "hısset" ile ittiham
ediyorlar. Hâşâ... İktisad, izzet ve cömertliktir. Hısset ve zillet, ehl-i
israf ve tebzirin zâhirî merdâne keyfiyetlerinin iç yüzüdür. Bu hakikati te'yid
eden, bu Risalenin te'lifi senesinde Isparta'da hücremde cereyan eden bir vâkıa
var. Şöyle ki:
Kaideme ve düstur-u hayatıma
muhalif bir surette, bir talebem iki buçuk okkaya yakın bir balı, bana hediye
kabul ettirmeye ısrar etti. Ne kadar kaidemi ileri sürdüm, kanmadı.
Bilmecbûriye, yanımdaki üç kardeşime yedirmek ve Şâban-ı Şerif ve Ramazanda o
baldan iktisad ile otuz kırk gün üç adam yesin ve getiren de sevab kazansın ve
kendileri de tatlısız kalmasın diyerek, "Alınız" dedim. Bir okka bal
da benim vardı. O üç arkadaşım, gerçi müstakim ve iktisadı takdir edenlerdendi.
Fakat her ne ise, birbirine ikram etmek ve herbiri ötekinin nefsini okşamak ve
kendi nefsine tercih etmek olan bir cihette ulvî bir haslet ile iktisadı
unuttular. Üç gecede iki buçuk okka balı bitirdiler. Ben gülerek dedim:
"Sizi, otuz kırk gün o bal ile tadlandıracaktım. Siz, otuz günü üçe
indirdiniz. Âfiyet olsun." dedim. Fakat, ben kendi o bir okka balımı
iktisad ile sarfettim. Bütün Şâban ve Ramazanda hem ben yedim, hem Lillâhilhamd
o kardeşlerimin her birisine iftar vaktinde birer kaşık (Hâşiye) verip, mühim
sevaba medâr oldu. Benim hâlimi görenler, o vaziyetimi belki hısset telâkki
etmişlerdir. Öteki kardeşlerimin üç gecelik vaziyetlerini bir civanmerdlik
telâkki edebilirler. Fakat hakikat noktasında, o zâhirî hısset altında ulvî bir
izzet ve büyük bir bereket ve yüksek bir sevab gizlendiğini gördük. Ve o
civanmerdlik ve israf altında, eğer vazgeçilmese idi, bir dilencilik ve gayrın
eline tama'kârane ve muntazırâne bakmak gibi, hıssetten çok aşağı bir hâleti
netice verir idi...
(Haşiye): Yâni, büyükçe bir çay
kaşığı iledir.
sh: » (L:134)
ALTINCI NÜKTE: İktisad ve
hıssetin çok farkı var. Tevâzu, nasılki ahlâk-ı seyyieden olan tezellülden
mânen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memduhadır. Ve vakar, nasılki kötü
hasletlerden olan tekebbürden mânen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i
memduhadır. Öyle de:
Ahlâk-ı âliye-i Peygamberiyyeden
olan ve belki kâinattaki nizâm-ı hikmet-i İlâhiyenin medârlarından olan iktisad
ise, sefillik ve bahillik ve tama'kârlık ve hırsın bir halitası olan hısset ile
hiç münasebeti yok. Yalnız, sureten bir benzeyiş var. Bu hakikatı teyid eden
bir vâkıa:
Sahabenin abâdile-i seb'a-yı
meşhuresinden olan Abdullah İbn-i Ömer Hazretleri ki: Halife-i Resûlullâh olan
Fâruk-u Âzam Hazret-i Ömer'in (R.A.) en mühim ve büyük mahdumu ve sahabe
âlimlerinin içinde en mümtazlarından olan o zat-ı mübârek çarşı içinde, alış-verişte,
kırk paralık bir mes'eleden, iktisad için ve ticaretin medârı olan emniyet ve
istikameti muhafaza için şiddetli münakaşa etmiş. Bir sahabe ona bakmış. Rûy-i
zemînin Halife-i Zîşanı olan Hazret-i Ömer'in mahdûmunun kırk para için
münakaşasını âcib bir hısset tevehhüm ederek o imamın arkasına düşüp, ahvâlini
anlamak ister. Baktı ki Hazret-i Abdullah hâne-i mübarekine girdi. Kapıda bir
fakir adam gördü. Bir parça eğlendi; ayrıldı, gitti. Sonra hanesinin ikinci
kapısından çıktı, diğer bir fakiri orada da gördü. Onun yanında da bir parça
eğlendi; ayrıldı, gitti. Uzaktan bakan o sahabe merak etti. Gitti o fakirlere
sordu: "İmam sizin yanınızda durdu, ne yaptı?" Herbirisi dedi:
"Bana bir altın verdi." O sahabe dedi: "Fesübhânallah! Çarşı
içinde kırk para için böyle münakaşa etsin de, sonra hanesinde ikiyüz kuruşu
kimseye sezdirmeden kemâl-i rıza-yı nefisle versin!" diye düşündü, gitti,
Hazret-i Abdullah İbn-i Ömer'i gördü. Dedi: "Ya İmam! Bu müşkilimi hallet.
Sen çarşıda böyle yaptın, hanende de şöyle yapmışsın." Ona cevapen dedi
ki: "Çarşıdaki vaziyet iktisaddan ve kemâl-i akıldan ve alış-verişin esası
ve ruhu olan emniyetin, sadâkatin muhafazasından gelmiş bir hâlettir; hısset
değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kemâlinden gelmiş bir
hâlettir. Ne o hıssettir ve ne de bu israftır."
İmam-ı Azam, bu sırra işaret
olarak لاَ
اِسْرَافَ فِى الْخَيْرِ كَمَا لاَ خَيْرَ فِى اْلاِسْرَفِ demiş. Yâni:
"Hayırda ve ihsanda (fakat müstehak olanlara) israf olmadığı gibi, israfta
da hiçbir hayır yoktur."
YEDİNCİ NÜKTE: İsraf, hırsı intac
eder. Hırs, üç neticeyi verir.
Birincisi: Kanaatsizliktir.
Kanaatsizlik ise sa'ye, çalışmaya şevki kırar. Şükür yerine şekva ettirir,
tenbelliğe atar. Ve meşru, helâl, az malı
sh: » (L:135)
(Hâşiye) terk edip; gayr-i meşrû, külfetsiz
bir malı arar. Ve o yolda izzetini, belki haysiyetini feda eder.
Hırsın İkinci Neticesi: Haybet ve
hasârettir. Maksûdunu kaçırmak ve istiskale mâruz kalıp, teshilât ve
muâvenetten mahrum kalmaktır. Hatta اَلْحَرِيصُ خَائِبٌ خَاسِرٌ yâni "Hırs,
hasâret ve muvaffakıyetsizliğin sebebidir." olan darb-ı mesele mâsadak
olur. Hırs ve kanaatın tesiratı, zîhayat âleminde gâyet geniş bir düstur ile
cereyan ediyor. Ezcümle: Rızka muhtaç ağaçların fıtrî kanaatları, onların
rızkını onlara koşturduğu gibi; hayvanatın hırs ile meşakkat ve noksaniyet
içinde rızka koşmaları, hırsın büyük zararını ve kanaatın azîm menfaatını
gösterir. Hem zaîf umum yavruların lisan-ı halleriyle kanaatleri, süt gibi
lâtif bir gıdanın ummadığı bir yerden onlara akması ve canavarların hırs ile
noksan ve mülevves rızıklarına saldırması; dâvâmızı parlak bir surette isbat
ediyor. Hem semiz balıkların vaziyet-i kanaatkârânesi, mükemmel rızıklarına
medâr olması; ve tilki ve maymun gibi zeki hayvanların hırs ile rızıkları
peşinde dolaşmakla beraber kâfi derecede bulmamalarından cılız ve zayıf
kalmaları, yine hırs ne derece sebeb-i meşakkat ve kanaat ne derece medâr-ı
rahat olduğunu gösterir. Hem Yahudi milleti hırs ile, ribâ ile, hile dolabı ile
rızıklarını zilletli ve sefâletli, gayr-i meşrû ve ancak yaşayacak kadar
rızıklarını bulması.. ve sahranîşinlerin (yâni bedevîlerin) kanaatkârane
vaziyetleri, izzetle yaşaması ve kâfi rızkı bulması; yine mezkûr dâvâmızı kat'î
isbat eder. Hem çok âlimlerin (Hâşiye-1) ve ediplerin (Hâşiye-2) zekâvetlerinin
verdiği bir hırs sebebiyle fakr-ı hâle düşmeleri ve çok aptal ve
iktidarsızların, fıtrî kanaatkârâne vaziyetleri ile zenginleşmeleri kat'î bir
surette isbat eder ki: Rızk-ı helâl, acz ve iftikara göre gelir; iktidar ve
ihtiyar ile değil. Belki o rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile mâkûsen mü
_____________________________
(Hâşiye): İktisadsızlık yüzünden
müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. Herkes gözünü hükûmet kapısına
diker. O vakit hayat-ı içtimaiyenin medârı olan "san'at, ticaret, ziraat"
tenakus eder. O millet de tedenni edip sukut eder, fakir düşer...
(Hâşiye-1): İrân'ın âdil
padişahlarından Nûşirevân-ı Âdil'in veziri, akılca meşhur âlim olan
Büzürcümehr'den (Büzürg-Mihr) sormuşlar: "Neden ulemâ, ümerâ kapısında
görünüyor da; ümerâ ulemâ kapısında görünmüyor. Halbuki; ilim, emâretin
fevkındedir?" Cevapen demiş ki: "Ulemânın ilminden, ümerânın
cehlindendir." Yâni; ümerâ, cehlinden ilmin kıymetini bilmiyorlar ki,
ulemânın kapısına gidip ilmi arasınlar. Ulemâ ise; mârifetlerinden mallarının
kıymetini dahi bildikleri için ümerâ kapısında arıyorlar. İşte Büzürcümehr,
ulemânın arasında fakr ve zilletlerine sebeb olan zekâvetlerinin neticesi
bulunan hırslarını zarif bir surette tevil ederek nâzikâne cevap vermiştir.
Husrev
(Hâşiye-2): Bunu teyid eden bir
hâdise: Fransa'da ediplere, iyi dilencilik yaptıkları için dilencilik vesikası
veriliyor.
Süleyman
Rüştü
sh: » (L:136)
tenâsibdir. Çünki: Çocukların iktidar ve ihtiyarı geldikçe rızkı azalır,
uzaklaşır, sakilleşir. اَلْقَنَاعَةُ كَنْزٌ لاَ يَفْنَى
Hadîsinin sırriyle; kanaat, bir define-i hüsn-ü mâişet ve rahat-ı hayattır.
Hırs ise, bir mâden-i hasâret ve sefâlettir.
Üçüncü Netice: Hırs ihlâsı
kırar... Amel-i Uhreviyeyi zedeler. Çünki: Bir ehl-i takvânın hırsı varsa, teveccüh-ü
nâsı ister. Teveccüh-ü nâsı müraat eden, ihlâs-ı tâmmı bulamaz. Bu netice çok
ehemmiyetli, çok cây-ı dikkattir. Elhâsıl: İsraf, kanaatsizliği intaç eder.
Kanaatsizlik ise: Çalışmanın şevkini kırar, tenbelliğe atar; hayatından şekvâ
kapısını açar, mütemâdiyen şekvâ ettirir. (Hâşiye) Hem ihlâsı kırar, riya
kapısını açar. Hem izzetini kırar, dilencilik yolunu gösterir. İktisad ise,
kanaati intac eder. عَزَّ مَنْ قَنَعَ ذَلَّ مَنْ طَمَعَ Hadîsin sırriyle; kanaat, izzeti intac eder.
Hem sa'ye ve çalışmaya teşci eder. Şevkini ziyâdeleştirir, çalıştırır.
Çünki: Meselâ bir gün çalıştı. Akşamda
aldığı cüz'î bir ücrete kanaat sırriyle, ikinci gün yine çalışır. Müsrif ise;
kanaat etmediği için, ikinci gün daha çalışmaz. Çalışsa da şevksiz çalışır. Hem
iktisaddan gelen kanaat; şükür kapısını açar, şekva kapısını kapatır. Hayatında
daima şâkir olur. Hem kanaat vasıtasiyle insanlardan istiğna etmek cihetinde
teveccühlerini aramaz. İhlâs kapısı açılır, riya kapısı kapanır...
İktisadsızlık ve israfın dehşetli
zararlarını geniş bir dairede müşâhede ettim. Şöyle ki: Ben, dokuz sene evvel
mübârek bir şehre geldim. Kış münasebetiyle o şehrin menâbi-i servetini
göremedim. -Allah Rahmet etsin- oranın müftüsü birkaç defa bana dedi:
"Ahalimiz fakirdir." Bu söz benim rikkatime dokundu. Beş altı sene
sonraya kadar daima o şehir ahalisine acıyordum. Sekiz sene sonra yazın yine o
şehre geldim. Bağlarına baktım. Merhum müftünün sözü hatırıma geldi.
Fesübhanallah dedim, bu bağların mahsulâtı şehrin hâcetinin pek fevkındedir. Bu
şehir ahalisi pek çok zengin olmak lâzımgelir. Hayret ettim. Beni aldatmayan ve
hakikatların derkinde bir rehberim olan bir hâtıra-i hakikatla anladım:
İktisadsızlık ve israf yüzünden bereket kalkmış ki, o kadar menâbi-i servetle
beraber o merhum müftü "Ahalimiz fakirdir" diyordu. Evet zekat vermek
ve iktisad etmek, malda bittecrübe sebeb-i bereket olduğu gibi; israf etmek ile
zekât vermemek, sebeb-i ref'-i bereket olduğuna hadsiz vâkıât vardır.
________________________________
(Hâşiye): Evet, hangi müsrif ile
görüşsen şekvâlar işiteceksin. Ne kadar zengin olsa da, yine dili şekva
edecektir. En fakir, fakat kanaatkâr bir adamla görüşsen; şükür işiteceksin.
sh: » (L:137)
İslâm Hükemâsının Eflatunu ve
hekimlerin şeyhi ve feylesofların üstadı, dâhî-i meşhur Ebu Ali İbn-i Sinâ,
yalnız tıb noktasında كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لاَتُسْرِفُوا Âyetini şöyle tefsir
etmiş. Demiş:
جَمَعْتُ
الطِّبَّ فِى الْبَيْتَيْنِ جَمْعًا وَ حُسْنُ الْقَوْلِ فِى قَصْرِ الْكَلاَمِ
فَقَلِّلْ اِنْ اَكَلْتَ وَ بَعْدَ اَكْلٍ تَجَنَّبْ وَ الشِّفَاءُ فِى
اْلاِنْهِضَامِ وَ لَيْسَ عَلَى النُّفُوسِ اَشَدُّ حَالاً مِنْ اِدْخَالِ
الطَّعَامِ عَلَى الطَّعَامِ
Yâni: "İlm-i Tıbb'ı iki
satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye.
Yedikten sonra dört-beş saat kadar daha yeme. Şifa, hazımdadır. Yâni, kolayca
hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mîdeye en ağır ve yorucu hal, taam taam
üstüne yemektir." (Hâşiye)
Cây-ı hayret ve medâr-ı ibret bir
tevâfuk: İktisad Risalesini, üçü acemi olarak beş-altı ayrı ayrı müstensih,
ayrı ayrı yerde, ayrı ayrı nüshadan yazıp birbirinden uzak, hatları birbirinden
ayrı, hiç elifleri düşünmiyerek yazdıkları her bir nüshânın elifleri; duasız
ellibir, dua ile beraber elliüçte tevâfuk etmekle beraber; İktisad Risalesi'nin
tarih-i te'lif ve istinsâhı olan Rûmîce ellibir ve Arabî elliüç tarihinde
tevâfuku ise, şübhesiz tesadüf olamaz. İktisaddaki bereketin keramet derecesine
çıktığına bir işarettir. Ve bu seneye, "Sene-i İktisad" tesmiyesi
lâyıktır.
Evet zaman iki sene sonra bu
kerâmet-i iktisâdiyeyi, İkinci Harb-i Umumiyede her taraftaki açlık ve tahribat
ve israfatla ve nev-i beşer ve herkes iktisada mecbur olmasiyle isbat etti.
سُبْحَانَكَ
لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
(Hâşiye): Yâni vücuda en muzır, dört beş saat
fasıla vermeden yemek yemek veyahût telezzüz için mütenevvi yemekleri birbiri
üstüne mîdeye doldurmaktır.
* * *
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder