Yirminci Lem'a
İhlâs hakkında
(Onyedinci Lem'anın Onyedinci
Notasının yedi mes'elesinden, beş noktadan ibaret olan ikinci mes'elesinin
birinci noktası iken, ehemmiyetine binaen Yirminci Lem'a oldu.)
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
اِنَّا
اَنْزَلْنَا اِلْيْكَ الْكِتَابَ بِاْلحَقِّ فَاعْبُدِ اللّهَ مُخْلِصًا لَهُ
الدِّينَ اَلاَ لِلّهِ الدِّينُ الْخَالِصُ
Âyetiyle ve
هَلَكَ
النَّاسُ اِلاَّ الْعَالِمُونَ وَهَلَكَ الْعَالِمُونَ اِلاَّ الْعَامِلُونَ
وَهَلَكَ الْعَامِلُونَ اِلاَّ الْمُخْلِصُونَ وَالْمُخْلِصُونَ عَلَى خَطَرٍ
عَظِيمٍ.
-Ev kemâ kal- Hadîs-i şerifi, ikisi de ihlâs ne kadar İslâmiyette mühim
bir esas olduğunu gösteriyorlar. Bu ihlâs mes'elesinin hadsiz nüktelerinden
yalnız "beş nokta"yı muhtasaran beyan ederiz.
BİRİNCİ NOKTA:
Mühim ve müdhiş bir sual: Neden
ehl-i dünya, ehl-i gaflet, hatta ehl-i dalâlet ve ehl-i nifak rekabetsiz
ittifak ettikleri halde; ehl-i hak ve ehl-i vifak olan ashab-ı diyânet ve ehl-i
ilim ve ehl-i tarikat, neden rekabetli ihtilâf ediyorlar? İttifak ehl-i vifâkın
hakkı iken ve hilâf ehl-i nifâkın lâzımı iken, neden bu hak oraya geçti ve şu
haksızlık şuraya geldi?
Elcevap: Bu elîm ve fecî ve ehl-i
hamiyeti ağlattıracak hâdise-i müdhişenin pek çok esbâbından, yedi sebebini
beyan edeceğiz.
BİRİNCİSİ: Ehl-i hakkın ihtilâfı
hakikatsızlıktan gelmediği gibi, ehl-i gafletin ittifakı dahi hakikatdarlıktan
değildir... Belki ehl-i dün
_________________________________
Tenbih: Bu mübârek Isparta'nın
medâr-ı şükran bir hüsn-ü tâli'idir ki, ondaki ehl-i takva ve ehl-i tarîkat ve
ehl-i ilmin -sair yerlere nisbeten- rekabetkârâne ihtilâfları görünmüyor. Gerçi
lâzım olan hakiki muhabbet ve ittifak yoksa da, zararlı muhâlefet ve rekabet de
başka yerlere nisbeten yoktur.
sh: » (L:139)
yanın ve ehl-i siyasetin ve ehl-i mekteb gibi hayat-ı içtimaiyenin
tabakatına dair birer muayyen vazife ile ve has bir hizmet ile meşgul
taifelerin, cemaatlerin ve cem'iyetlerin vazifeleri taayyün edip ayrılmış. Ve o
vezaif mukabilindeki alacakları maişet noktasındaki maddî ücret ve hubb-u câh
ve şan ü şeref noktasında teveccüh-ü nâsdan alacakları (Hâşiye) mânevî ücret
taayyün etmiş, ayrılmış. Müzahâme ve münakaşayı ve rekabeti intac edecek
derecede bir iştirak yok. Onun için, bunlar ne kadar fena bir meslekte de
gitseler, birbiriyle ittifak edebilirler. Amma ehl-i din ve ashab-ı ilim ve
erbab-ı tarikat ise, bunların herbirisinin vazifesi umuma baktığı gibi, muaccel
ücretleri de teayyün ve tahassus etmediği.. ve herbirinin makam-ı içtimaîde ve
teveccüh-ü nâsda ve hüsn-ü kabuldeki hissesi tahassus etmiyor. Bir makama
çoklar namzed olur. Maddî ve mânevî herbir ücrete çok eller uzanabilir. O
noktadan müzâhame ve rekabet tevellüd edip; vifâkı nifâka, ittifakı ihtilâfa
tebdil eder.
İşte bu müdhiş marazın merhemi,
ilâcı ihlâstır. Yâni hakperestliği nefisperestliğe tercih etmekle ve hakkın
hatırı, nefsin ve enâniyetin hatırına galib gelmekle اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّهِ sırrına mazhar olup..
nâsdan gelen maddî ve mânevî ücretten istiğnâ etmekle (Hâşiye) وَمَا
عَلَى الرَّسُولِ اِلاَّ الْبَلاَغُ sırrına mazhar olup.. hüsn-ü kabul ve hüsn-ü te'sir ve
teveccüh-ü nâsı kazanmak noktalarının Cenab-ı Hakk'ın vazifesi ve ihsanı
olduğunu ve kendi vazifesi olan tebliğde dahil olmadığını ve lâzım da
olmadığını ve onunla mükellef olmadığını bilmekle ihlâsa muvaffak olur. Yoksa ihlâsı
kaçırır.
_______________________________
(Hâşiye): İhtar: Teveccüh-ü nâs
istenilmez, belki verilir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı
kaybeder, riyaya girer. Şan ü şeref arzusiyle teveccüh-ü nâs ise; ücret ve
mükâfat değil, belki ihlâssızlık yüzünden gelen bir itab ve bir mücazattır.
Evet amel-i salihin hayatı olan ihlâsın zararına teveccüh-ü nâs ve şan ü şeref,
kabir kapısına kadar muvakkat olan bir lezzet-i cüz'iyeye mukabil, kabrin öbür
tarafında azâb-ı kabir gibi nâhoş bir şekil aldığından; teveccüh-ü nâsı arzu
etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak lâzımdır. Şöhretperestlerin ve şan ü
şeref peşinde koşanların kulakları çınlasın.(Hâşiye): Sahabelerin senâ-i
Kur'aniyeye mazhar olan "îsar" hasletini kendine rehber etmek. Yâni:
Hediye ve sadakanın kabulünde başkasını kendine tercih etmek ve hizmet-i
diniyenin mukabilinde gelen menfaat-ı maddiyeyi istemeden ve kalben talep
etmeden, sırf bir ihsân-ı İlâhî bilerek, nâsdan minnet almıyarak ve hizmet-i
diniyenin mukabilinde de almamaktır. Çünki: Hizmet-i diniyenin mukabilinde
dünyada bir şey istenilmemeli ki, ihlâs kaçmasın. Çendan hakları var ki, ümmet
onların maişetlerini temin etsin. Hem zekâta da müstehaktırlar. Fakat bu
istenilmez, belki verilir. Verildiği vakitte, hizmetimin ücretidir denilmez.
Mümkün olduğu kadar kanaatkârâne başka ehil ve daha müstehak olanların nefsini
kendi nefsine tercih etmek, وَ يُؤْثِرُونَ عَلَى اََنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ sırrına mazhariyetle,
bu müdhiş tehlikeden kurtulup ihlâsı kazanabilir...
sh: » (L:140)
İKİNCİ SEBEB: Ehl-i dalâletin
zilletindendir ittifakları... Ehl-i hidayetin izzetindendir ihtilâfları. Yâni
ehl-i gaflet olan ehl-i dünya ve ehl-i dalâlet, hak ve hakikata istinad
etmedikleri için zaif ve zelildirler. Tezellül için, kuvvet almaya
muhtaçtırlar. Bu ihtiyaçtan, başkasının muavenet ve ittifakına samimî
yapışırlar. Hatta meslekleri dalâlet ise de, yine ittifakı muhafaza ederler.
Âdeta o haksızlıkta bir hakperestlik, o dalâlette bir ihlâs, o dinsizlikte
dinsizdârane bir taassub ve o nifakta bir vifak yaparlar, muvaffak olurlar.
Çünki samimî bir ihlâs, şerde dahi olsa neticesiz kalmaz. Evet ihlâs ile kim ne
isterse Allah verir. (Haşiye-1)
Amma ehl-i hidayet ve diyânet; ve
ehl-i ilim ve tarîkat, hak ve hakikata istinad ettikleri için ve herbiri bizzat
tarik-ı hakta yalnız Rabbisini düşünüp, tevfikıne itimad ederek gittiklerinden,
manen o meslekten gelen izzetleri var. Zaaf hissettiği vakit; insanların yerine
Rabbisine müracaat eder, meded ondan ister. Meşreblerin ihtilâfıyla, zâhir meşrebine
muhalif olana karşı muavenet ihtiyacını tam hissetmiyor... İttifaka ihtiyacını
göremiyor. Belki hodgâmlık ve enaniyet varsa, kendini haklı ve muhalifini
haksız tevehhüm ederek; ittifak ve muhabbet yerine, ihtilâf ve rekabet ortaya
girer. İhlâsı kaçırır, vazifesi zîr ü zeber olur.
İşte bu müdhiş sebebin verdiği
vahîm neticeleri görmemenin yegâne çaresi, "dokuz emirdir."
1 - Müsbet hareket etmektir ki;
yâni: Kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adâveti ve
başkalarının tenkisi, onun fikrine ve ilmine müdahâle etmesin; onlarla meşgul
olmasın.
2 - Belki daire-i İslâmiyet
içinde hangi meşrebde olursa olsun, medâr-ı muhabbet ve uhuvvet ve ittifak
olacak çok râbıta-i vahdet bulunduğunu düşünüp ittifak ederek...
3 - Ve haklı her meslek
sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise: "Mesleğim
haktır, yahud daha güzeldir." diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin
haksızlığını veya çirkinliğini îmâ eden, "Hak yalnız benim
mesleğimdir." veyahût "Güzel benim meşrebimdir." diyemez olan
insaf düsturunu rehber etmek.
____________________________________
(Hâşiye-1): Evet, مَنْ
طَلَبَ وَ جَدَّ وَجَدَ bir düstur-u hakikattır. Külliyeti geniş
ve genişliği mesleğimize de şamil olabilir.
sh: » (L:141)
4 - Ve ehl-i hakla ittifak,
Tevfik-ı İlâhînin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medârı olduğunu
düşünmekle...
5 - Hem ehl-i dalâlet ve
haksızlık -tesanüd sebebiyle- cemaat sûretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin
dehasiyle hücumu zamanında; o şahs-ı mânevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan
mukavemetin mağlup düştüğünü anlayıp ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir
şahs-ı mânevî çıkarıp o müdhiş şahs-ı mânevî-i dalâlete karşı, hakkaniyeti
muhafaza ettirmek.
6 - Ve hakkı, bâtılın savletinden
kurtarmak için...
7 - Nefsini ve enaniyetini...
8 - Ve yanlış düşündüğü
izzetini...
9 - Ve ehemmiyetsiz rekabetkârane
hissiyatını terketmekle ihlâsı kazanır, vazifesini hakkiyle ifa eder. (Hâşiye)
ÜÇÜNCÜ SEBEB: Ehl-i hakkın
ihtilâfı, himmetsizlikten ve aşağılıktan ve ehl-i dalâletin ittifakı, uluvv-ü
himmetten değildir. Belki ehl-i hidayetin ihtilâfı, uluvv-ü himmetin sû-i
istîmâlinden ve ehl-i dalâletin ittifakı, himmetsizlikten gelen zaaf ve
aczdendir. Ehl-i hidayeti, uluvv-ü himmetten sû-i istîmâle ve dolayısiyle
ihtilâfa ve rekabete sevkeden, âhiret nokta-i nazarında bir haslet-i memdûha
sayılan hırs-ı sevab ve vazife-i uhreviyede kanaatsızlık cihetinden ileri
geliyor. Yâni: "Bu sevabı ben kazanayım, bu insanları ben irşad edeyim,
benim sözümü dinlesinler." diye, karşısındaki hakikî kardeşi ve cidden
muhabbet ve muavenetine ve uhuvvetine ve yardımına muhtaç bir zata karşı
rekabetkârâne vaziyet alır. "Şâkirdlerim ne için onun yanına gidiyorlar?..
Ne için onun kadar şâkirdlerim bulunmuyor." diye, enâniyeti oradan fırsat
bulup, mezmum bir haslet olan hubb-u câha temayül ettirir, ihlâsı kaçırır, riya
kapısını açar.
İşte bu hatanın ve bu yaranın ve
bu müdhiş maraz-ı ruhânînin ilâcı şudur ki: Cenab-ı Hakk'ın rızası ihlâs ile
kazanılır. Kesret-i etba' ile ve fazla muvaffakıyet ile değildir. Çünki onlar
Vazife-i İlâhiyyeye ait olduğu için istenilmez; belki bâzen verilir. Evet bazen
bir tek kelime
__________________________________
(Hâşiye): Hatta Hadîs-i Sahîhle,
âhir zamanda Îsevîlerin hakiki dindarları ehl-i Kur'an ile ittifak edip,
müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi
ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslekdaşı, kardeşi
olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hristiyanların hakikî dindar ruhanîleri
ile dahi, medâr-ı ihtilâf noktaları muvakkaten medâr-ı münakaşa ve niza'
etmiyerek müşterek düşmanları olan mütecâviz dinsizlere karşı ittifaka
muhtaçdırlar...
sh: » (L:142)
sebeb-i necat ve medâr-ı rıza
olur. Kemmiyetin ehemmiyeti o kadar medâr-ı nazar olmamalı. Çünki bâzen bir tek
adamın irşadı, bin adamın irşadı kadar Rıza-i İlâhîye medâr olur. Hem ihlâs ve
hakperestlik ise, Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadelerine
taraftar olmaktır. Yoksa, "Benden ders alıp sevab kazandırsınlar."
düşüncesi, nefsin ve enâniyetin bir hilesidir.
Ey sevaba hırslı ve a'mâl-i
uhreviyeye kanaatsız insan! Bâzı Peygamberler gelmişler ki, mahdud birkaç
kişiden başka ittiba edenler olmadığı halde, yine o peygamberlik vazife-i
kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar. Demek hüner, kesret-i etba' ile değildir.
Belki hüner, Rıza-yı İlâhîyi kazanmakladır. Sen neci oluyorsun ki, böyle hırs
ile "Herkes beni dinlesin." diye vazifeni unutup, vazife-i İlâhiyeye
karışıyorsun? Kabul ettirmek, senin etrafına halkı toplamak Cenab-ı Hakk'ın
vazifesidir. Vazifeni yap, Allah'ın vazifesine karışma. Hem hak ve hakikatı
dinleyen ve söyleyene sevab kazandıranlar, yalnız insanlar değildir. Cenab-ı
Hakk'ın zîşuur mahlukları ve ruhanîleri ve melâikeleri kâinatı doldurmuş, her
tarafı şenlendirmişler. Madem çok sevab istersin, ihlâsı esas tut ve yalnız
Rıza-yı İlâhîyi düşün. Tâ ki senin ağzından çıkan mübarek kelimelerin havadaki
efradları; ihlâs ile ve niyet-i sadıka ile hayatlansın, canlansın, hadsiz
zîşuurun kulaklarına gidip onları nurlandırsın, sana da sevab kazandırsın. Çünki,
meselâ: Sen "Elhamdülillâh" dedin; bu kelâm, milyonlarla büyük küçük
"Elhamdülillâh" kelimeleri, havada izn-i İlâhî ile yazılır. Nakkaş-ı
Hakîm abes ve israf yapmadığı için, o kesretli mübarek kelimeleri dinliyecek
kadar hadsiz kulakları halketmiş. Eğer ihlâs ile, niyet-i sadıka ile o havadaki
kelimeler hayatlansalar, lezzetli birer meyve gibi ruhanîlerin kulaklarına
girer. Eğer Rıza-yı İlâhî ve ihlâs o havadaki kelimelere hayat vermezse,
dinlenilmez; sevab da yalnız ağızdaki kelimeye münhasır kalır. Seslerinin
ziyade güzel olmadığından, dinliyenlerin azlığından sıkılan hâfızların
kulakları çınlasın!..
DÖRDÜNCÜ SEBEB: Ehl-i hidayetin
rekabetkârane ihtilâfı, âkıbeti düşünmemekten ve kasr-ı nazardan olmadığı gibi;
ehl-i dalâletin samîmâne ittifakları, âkıbet-endişlikten ve yüksek nazardan
değildir. Belki ehl-i hidayet; hak ve hakikatın te'siriyle, nefsin kör
hissiyatına kapılmayarak; kalbin ve aklın dûr-endişane temayülâtına tâbî
olmakla beraber, istikameti ve ihlâsı muhafaza edemediklerinden, o yüksek makamı
muhafaza edemeyip ihtilâfa düşüyorlar. Ehl-i dalâlet ise: Nefsin ve hevânın
te'siriyle, kör ve âkıbeti görmiyen ve bir dirhem hazır lezzeti bir batman
ilerideki lezzete tercih eden hissiyatın mukteziyatiyle, birbirine samimi
olarak, muaccel bir menfaat ve hazır bir lezzet için şiddetli ittifak edi
sh: » (L:143)
yorlar. Evet dünyevî ve hazır lezzet ve menfaat etrafında aşağı, kalbsiz
nefisperestler samimî ittifak ve ittihad ediyorlar. Ehl-i hidayet, âhirete ait
ve ileriye müteallik semerat-ı uhreviyeye ve kemalâta, kalb ve aklın yüksek
düsturlariyle müteveccih oldukları için, esaslı bir istikamet ve tam bir ihlâs
ve gâyet fedakârane bir ittihad ve ittifak olabilirken; enâniyetten tecerrüd
edemedikleri için, ifrat ve tefrit yüzünden, ulvî bir menba-ı kuvvet olan
ittifakı kaybedip, ihlâs da kırılır... Ve vazife-i uhreviye de zedelenir...
Kolayca Rıza-yı İlâhî de elde edilmez.
Bu mühim marazın merhemi ve
ilâcı: "Elhubb-u fillâh" sırriyle, tarîk-ı hakta gidenlere refakatla
iftihar etmek ve arkalarından gitmek; ve imamlık şerefini onlara bırakmak; ve o
Hak yolunda kim olursa olsun kendinden daha iyi olduğunun ihtimaliyle
enâniyetinden vazgeçip ihlâsı kazanmak ve ihlâs ile bir dirhem amel, ihlâssız
batmanlar ile amellere râcih olduğunu bilmekle ve tâbiiyeti dahi sebeb-i
mes'uliyet ve hatarlı olan metbûiyete tercih etmekle o marazdan kurtulur ve
ihlâsı kazanır.. vazife-i uhreviyesini hakkiyle yapabilir.
BEŞİNCİ SEBEB: Ehl-i hidayetin
ihtilâfı ve adem-i ittifakı zaaflarından olmadığı gibi; ehl-i dalâletin
kuvvetli ittifakı da kuvvetlerinden değildir. Belki ehl-i hidayetin
ittifaksızlığı, îmân-ı kâmilden gelen nokta-i istinad ve nokta-i istinaddan
neş'et eden kuvvetten ileri geldiği gibi; ehl-i gaflet ve ehl-i dalâletin
ittifakları, kalben nokta-i istinad bulmadıkları itibariyle zaaf ve aczlerinden
ileri gelmiştir. Çünki: Zaifler ittifaka muhtaç oldukları için, kuvvetli
ittifak ederler. Kavîler ihtiyacı tam hissetmediklerinden, ittifakları zaîftir.
Arslanlar, tilkiler gibi ittifaka muhtaç olmadıkları için ferdî yaşıyorlar.
Yabanî keçiler, kurdlardan muhafaza için, bir sürü teşkil ederler. Demek
zaiflerin cem'iyeti ve şahs-ı mânevîsi kavî olduğu gibi, (Hâşiye) kavîlerin
cem'iyeti ve şahs-ı mânevîsi ise zaiftir. Bu
sırra bir işaret-i lâtife ve zarif bir nükte-i Kur'aniyedir ki ferman etmiş: وَ قَالَ نِسْوَةٌ فِى الْمَدِينَةِ
Müenneslerin cemaatine, iki katlı müennes olduğu halde, müzekker fiili olan قَالَ
buyurması; hem قَالَتِ اْلاَعْرَابُ buyurmakla
müzekkerlerin cemaatine, müennes fiili olan قَالَتِ tâbîriyle, lâtifane
işaret ediyor ki: Zaif ve halim ve yumuşak kadınların cem'iyeti kuvvetleşir,
sertlik ve şiddet kesbedip bir nevi recûliyet kazanır. Müzekker fiilini iktizâ
____________________________________
(Hâşiye): Avrupa komiteleri
içinde en şiddetlisi ve en te'sirlisi ve bir cihette en kuvvetlisi, cins-i
lâtif ve zaîf ve nâzik olan kadınların Amerika'daki Hukuk ve Hürriyet-i Nisvan
Komitesi olduğu... Hem milletler içinde az ve zaif olan Ermenilerin komitesi,
gösterdikleri kuvvetli fedakârane vaziyetle bu müddeâmızı te'yid ediyor.
sh: » (L:144)
ettiğinden وَ قَالَ نِسْوَةٌ tabîriyle, gâyet
güzel düşmüş. Kavî erkekler ise, hususan bedevi a'râb olsa; kuvvetlerine
güvendikleri için cem'iyetleri zaif olup hem ihtiyatkârlık, hem yumuşaklık
vaziyetini aldığından, bir nevi kadınlık hasiyeti takındıkları için, müennes
fiilini iktiza ettiğinden قَالَتِ اْلاَعْرَابُ
müennes fiiliyle tâbîri tam yerindedir. Evet ehl-i hak gâyet kuvvetli bir
nokta-i istinad olan Îmân-ı Billâhdan gelen tevekkül ve teslim ile, başkalara
arz-ı ihtiyaç edip, muavenet ve yardımlarını istemez. İstese de gâyet
fedakârane yapışmaz. Ehl-i dünya, dünya işlerinde hakikî nokta-i
istinadlarından gaflet ettiklerinden, zaaf ve acze düşüp, şiddetli bir surette
yardımcılara ihtiyacını hisseder; samîmâne, belki fedakârane ittifak ederler.
İşte ehl-i hak, ittifaktaki hak
kuvvetini düşünmediklerinden ve aramadıklarından, haksız ve muzır bir netice
olan ihtilâfa düşerler. Haksız ehl-i dalâlet ise; ittifaktaki kuvveti, aczleri
vasıtasiyle hissettiklerinden, gâyet mühim bir vesile-i makasıd olan ittifakı
elde etmişler.
İşte ehl-i hakkın bu haksız
ihtilâf marazının merhemi ve ilâcı: وَلاَ تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ
رِيحُكُمْ Âyetindeki şiddetli nehy-i İlahî, وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوَى
Âyetinde hayat-ı içtimaiyece gâyet hikmetli emr-i İlahîyi düstur-u hareket
etmek. Ve ihtilâfın İslâmiyete ne derece zararlı olduğunu ve ehl-i dalâletin ehl-i
hakka galebesini ne derece teshil ettiğini düşünüp, kemal-i zaaf ve acz ile, o
ehl-i hakkın kafilesine fedakârane, samîmane iltihak etmektir; şahsiyetini
unutmakla riya ve tasannudan kurtulup, ihlâsı elde etmektir...
ALTINCI SEBEB: Ehl-i hakkın
ihtilâfı nâmerdliklerinden, himmetsizliklerinden, hamiyetsizliklerinden
olmadığı gibi; gafletli ehl-i dünyanın ve ehl-i dalâletin, hayat-ı dünyeviyeye
ait işlerde samîmane ittifakları dahi merdlikten, hamiyetten, himmetten
değildir. Belki, ehl-i hakkın ekseriyetle âhirete ait olan faideleri
düşünmekle, o ehemmiyetli ve kesretli mes'elelere hamiyeti, himmeti, merdliği
inkısam eder. Hakikî sermaye olan vaktini bir mes'eleye sarfetmediği için,
meslekdaşlariyle ittifakı muhkemleşmiyor. Çünki mes'eleler çok, daire dahi
geniştir. Gafletli ehl-i dünya ise, yalnız hayat-ı dünyeviyeyi
düşündüklerinden, bütün hissiyatiyle ve ruh u kalbiyle şiddetli bir surette
hayat-ı dünyeviyeye ait mes'elelere sarılır. Ve o mes'elede ona yardım edene
kuvvetli yapışır. Ve hakikat nokta-i nazarında beş paraya değmeyen ve ehl-i hak
ona on para kıymet vermiyen mes'elelere, divane olmuş elmasçı bir yahudinin beş
para
sh: » (L:145)
lık cam parçasına beş lira fiat verdiği gibi, beşyüz lira kıymetindeki
vaktini o mes'eleye hasreder. Elbette bu kadar fiat verip ve şiddetli hissiyat
ile sarılmak, bâtıl yolunda dahi olsa samimî bir ihlâs olduğundan, o mes'elede
muvaffak olur ve ehl-i hakka galebe eder. Bu galebe neticesinde ehl-i hak
zillete ve mahkûmiyete ve tasannua ve riyaya düşüp, ihlâsı kaybeder. O nâmerd,
himmetsiz, hamiyetsiz bir kısım ehl-i dünyaya dalkavukluk etmeğe mecbur olur.
Ey ehl-i hak! Ey hakperest ehl-i
şeriat ve ehl-i hakikat ve ehl-i tarîkat! Bu müdhiş maraz-ı ihtilâfa karşı
birbirinizin kusurunu görmeyerek, yekdiğerinizin ayıbına karşı gözünüzü
yumunuz! وَاِذَا مَرّوُا بِاللَّغْوِ مَرّوُا كِرَامًا
edeb-i Furkanî ile edebleniniz! Ve hâricî düşmanın hücumunda dâhilî münâkaşatı
terketmek ve ehl-i hakkı sukuttan ve zilletten kurtarmayı en birinci ve en
mühim bir vazife-i uhreviye telâkki edip, yüzer Âyât ve Ehâdis-i Nebeviyenin
şiddetle emrettikleri uhuvvet, muhabbet ve teavünü yapıp; bütün hissiyatınızla
ehl-i dünyadan daha şiddetli bir surette meslekdaşlarınızla ve dindaşlarınızla
ittifak ediniz.. yâni, ihtilâfa düşmeyiniz. Böyle küçük mes'eleler için
kıymetdar vaktimi sarfetmekten ise, o çok kıymetli vaktimi zikir ve fikir gibi
kıymetdar şeylere sarfedeceğim deyip çekilerek, ittifakı zaîfleştirmeyiniz.
Çünki bu mânevî cihadda küçük mes'ele zannettiğiniz, çok büyük olabilir. Bir
neferin, bir saatte mühim ve hususî şerait dahilindeki nöbeti bir sene ibadet
hükmüne bazen geçmesi gibi; bu ehl-i hakkın mağlubiyeti zamanında, mânevî
mücâhede mesailinde, küçük bir mes'eleye sarfolunan senin kıymetdar bir günün,
o neferin o saati gibi bin derece kıymet alabilir, bir günün bin gün olabilir.
Madem livechillâhtır; o işin küçüğüne büyüğüne, kıymetli ve kıymetsizliğine
bakılmaz. İhlâs ve Rıza-yı İlâhî yolunda zerre, yıldız gibi olur. Vesîlenin
mâhiyetine bakılmaz, neticesine bakılır. Mâdem neticesi Rıza-yı İlâhîdir ve
mâyesi ihlâstır; o küçük değildir, büyüktür.
YEDİNCİ SEBEB: Ehl-i hak ve
hakikatın ihtilâf ve rekabetleri, kıskançlıktan ve hırs-ı dünyadan gelmediği
gibi; ehl-i dünyanın ve ehl-i gafletin ittifakları dahi, civanmerdlikten ve
uluvv-ü cenabtan değildir. Belki ehl-i hakikat, hakikattan gelen uluvv-ü cenab
ve uluvv-ü himmet ve tarîk-ı hakda memduh olan müsabakayı tam muhafaza
edemediklerinden ve nâehillerin girmesi yüzünden bir derece sû-i istimâl
ettiklerinden; rekabetkârane ihtilâfa düşüp hem kendine, hem cemaat-ı
İslâmiyeye ehemmiyetli zarar olmuş. Ehl-i gaflet ve ehl-i dalâlet ise, meftun
oldukları menfaatlerini kaçırmamak ve menfaat için perestiş ettikleri
reislerini
sh: » (L:146)
ve arkadaşlarını küstürmemek
için, zilletlerinden ve nâmerdliklerinden, hamiyetsizliklerinden; mutlak
arkadaşlariyle, hatta denî ve hâin ve muzır olsalar dahi, hâlisâne ittihad..
hem menfaat etrafında toplanan ne şekilde olursa olsun şerikleriyle samîmane
ittifak ederler. Samimiyet neticesi olarak istifade ederler.
İşte ey musîbetzede ve ihtilâfa
düşmüş ehl-i hak ve eshâb-ı hakîkat! Bu musîbet zamanında ihlâsı
kaçırdığınızdan ve Rıza-yı İlâhîyi münhasıran gaye-i maksad yapmadığınızdan,
ehl-i hakkın bu zillet ve mağlubiyetine sebebiyet verdiniz. Umûr-u dîniye ve
uhreviyede rekabet, gıbta, hased ve kıskançlık olmamalı. Ve hakikat nokta-i
nazarında olamaz. Çünki kıskançlık ve hasedin sebebi; bir tek şeye çok eller
uzanmasından ve bir tek makama çok gözler dikilmesinden ve bir tek ekmeği çok
mîdeler istemesinden müzâhame, münakaşa, müsâbaka sebebiyle gıbtaya, sonra
kıskançlığa düşerler. Dünyada bir şey-i vâhide çoklar tâlip olduğundan ve dünya
dar ve muvakkat olması sebebiyle insanın hadsiz arzularını tatmin edemediği
için, rekabete düşüyorlar. Fakat, âhirette tek bir adama beşyüz sene (Hâşiye)
mesafelik bir Cennet ihsan edilmesi.. ve
yetmiş bin kasır ve huriler verilmesi.. ve ehl-i Cennet'ten herkes kendi
hissesinden kemal-i rıza ile memnun olması işaretiyle gösteriliyor ki, âhirette
medâr-ı
_______________________________
(Hâşiye): Mühim bir taraftan
ehemmiyetli bir sual: Rivayette gelmiş ki; Cennet'te bir adama beşyüz senelik
bir Cennet verilir. Bu hakikat akl-ı dünyevînin havsalasında nasıl yerleşir?
Elcevap: Nasılki bu dünyada
herkesin dünya kadar hususî ve muvakkat bir dünyası var. Ve o dünyanın direği
onun hayatıdır. Ve zâhirî ve bâtınî duygulariyle o dünyasından istifade eder.
Güneş bir lâmbam, yıldızlar mumlarımdır der. Başka mahlûkat ve zîruhlar
bulunmaları, o adamın mâlikiyetine mani olmadıkları gibi, bilâkis onun hususî
dünyasını şenlendiriyorlar, zîynetlendiriyorlar. Aynen öyle de, fakat binler
derece yüksek, herbir mü'min için binler kasır ve hurileri ihtivâ eden has
bahçesinden başka, umumî Cennet'ten beşyüz sene genişliğinde birer hususî
Cennet'i vardır. Derecesi nisbetinde inkişaf eden hissiyatiyle, duygulariyle
Cennet'e ve ebediyete lâyık bir surette istifade eder. Başkaların iştiraki onun
mâlikiyetine ve istifadesine noksan vermedikleri gibi, kuvvet verirler. Ve
hususî ve geniş Cennetini zîynetlendiriyorlar. Evet, bu dünyada bir adam, bir
saatlik bir bahçeden ve bir günlük bir seyrangâhtan ve bir aylık bir
memleketten ve bir senelik bir mesiregâhta seyahatından; ağziyle, kulağiyle,
gözüyle, zevkiyle, zaikasiyle, sair duygulariyle istifade ettiği gibi; aynen
öyle de, fakat bir saatlik bir bahçeden ancak istifade eden bu fâni
memleketteki kuvve-i şâmme ve kuvve-i zâika, o bâkî memlekette bir senelik
bahçeden aynı istifadeyi eder. Ve burada bir senelik mesiregâhtan ancak
istifade edebilen bir kuvve-i bâsıra ve kuvve-i sâmia orada beşyüz senelik
mesiregâhındaki seyahattan; o haşmetli, baştan başa zîynetli memlekete lâyık
bir tarzda istifade eder. Her mü'min derecesine ve dünyada kazandığı sevablar,
haseneler nisbetinde inbisat ve inkişaf eden duygulariyle zevk alır, telezzüz
eder, müstefid olur.
sh: » (L:147)
rekabet birşey yoktur ve rekabet de olamaz. Öyle ise, âhirete ait olan
a’mâl-i sâlihada dahi rekabet olamaz; kıskançlık yeri değildir. Kıskançlık eden
ya riyakârdır, a'mâl-i sâliha suretiyle dünyevî neticeleri arıyor.. veyahud
sâdık câhildir ki, a'mâl-i sâliha nereye baktığını bilmiyor ve a’mâl-i
sâlihanın ruhu, esası ihlâs olduğunu derketmiyor. Rekabet suretiyle Evliyaullaha karşı bir nevi adâvet taşımakla,
vüs'at-ı Rahmet-i İlâhiyyeyi ittiham ediyor. Bu hakikatı te'yid eden bir vâkıa:
Eski arkadaşlarımızdan bir
adamın, bir adama karşı adâveti vardı. O adamın yanında senakârane onun düşmanı
amel-i sâlihle, hatta velâyetle tavsif edildi. O adam kıskanmadı, sıkılmadı.
Sonra birisi dedi: "Senin o düşmanın cesurdur, kuvvetlidir." Baktık
ki o adamda şiddetli bir kıskançlık ve bir rekabet damarı uyandı. Ona dedik:
"Velâyet ve salâhat hadsiz bir hayat-ı ebediyenin pırlantası gibi bir
kuvvet ve bir yüksekliktir. Sen buna bu cihette kıskanmadın. Dünyevî kuvvet
öküzde ve cesaret canavarda dahi bulunmakla beraber, velâyet ve salâhata
nisbeten; bir âdi cam parçasının elmasa nisbeti gibidir." O adam dedi ki:
"Bir noktaya, bir makama ikimiz bu dünyada gözümüzü dikmişiz. Oraya çıkmak
için basamaklarımız da kuvvet ve cesaret gibi şeylerdir. Onun için kıskandım.
Âhiret makâmatı hadsizdir. O burada benim düşmanım iken, orada benim samimi ve
sevgili kardeşim olabilir."
Ey ehl-i hakikat ve tarikat!
Hakka hizmet, büyük ve ağır bir defineyi taşımak ve muhafaza etmek gibidir. O
defineyi omuzunda taşıyanlara ne kadar kuvvetli eller yardıma koşsalar daha
ziyade sevinir, memnun olurlar. Kıskanmak şöyle dursun, gâyet samimî bir
muhabbetle o gelenlerin kendilerinden daha ziyade olan kuvvetlerini ve daha
ziyade tesirlerini ve yardımlarını müftehirane alkışlamak lâzım gelirken,
nedendir ki rekabetkârane o hakikî kardeşlere ve fedakâr yardımcılara bakılıyor
ve o hal ile ihlâs kaçıyor. Vazifenizde müttehem olup, ehl-i dalâletin
nazarında, sizden ve sizin mesleğinizden yüz derece aşağı olan, din ile dünyayı
kazanmak ve ilm-i hakikatla maişeti temin etmek, tama' ve hırs yolunda rekabet
etmek gibi müdhiş ittihamlara maruz kalıyorsunuz. Bu marazın çare-i yegânesi:
Nefsini ittiham etmek ve nefsine değil, daima karşısındaki meslekdaşına tarafdar
olmak... Fenn-i Âdâb ve İlm-i Münazara'nın uleması mâbeynindeki hakperestlik ve
insaf düsturu olan şu: "Eğer bir mes'elenin münazarasında kendi sözünün
haklı çıktığına tarafdar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının
haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır." Hem zarar eder. Çünki
haklı çıktığı vakit o münazarada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor, belki gurur
ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa; zararsız, bilmediği
bir mes'eleyi öğrenip, menfaatdar olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek
insaflı
sh: » (L:148)
hakperest, hakkın hatırı için
nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip,
tarafdar çıkar, memnun olur.
İşte bu düsturu ehl-i din, ehl-i
hakikat, ehl-i tarîkat, ehl-i ilim kendilerine rehber ittihaz etseler, ihlâsı
kazanırlar. Ve vazife-i uhreviyelerinde muvaffak olurlar. Ve bu feci sukut ve
musîbet-i hâzıradan Rahmet-i İlâhiyye ile kurtulurlar.
سُبْحَانَكَ
لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder