Yirmiikinci Lem'a
بِسْمِهِ
سُبْحَانَهُ
Isparta'nın âdil vâlisine ve
adliyesine ve zabıtasına.. en mahrem ve en has ve hâlis kardeşlerime mahsus
olarak yirmi iki sene evvel Isparta'nın Barla nahiyesinde iken yazdığım gâyet
mahrem bu Risaleciğimi Isparta milletiyle ve hükûmetiyle alâkadarlığını
gösterdiği için takdim ediyorum. Eğer münasib görülse, ya yeni veya eski harfle
daktilo ile birkaç nüsha yazılsın ki, yirmibeş otuz senedir esrarımı arıyanlar
ve tarassud edenler de anlasınlar ki; gizli hiçbir sırrımız yok. Ve en gizli
bir sırrımız, işte bu Risaledir; bilsinler!
Said
Nursî
İşarat-ı
Selâse
Onyedinci Lem'anın Onyedinci
Notasının Üçüncü Mes'elesi iken, suallerinin şiddet ve şümulüne ve cevaplarının
kuvvet ve parlaklığına binaen, Otuz Birinci Mektub'un Yirmiikinci Lem'ası
olarak lemeât'a karıştı. Lem'alar bu Lem'aya yer vermelidirler. Mahremdir; en
has ve hâlis ve sâdık kardeşlerimize mahsustur.
بِسْمِ
اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
وَمَنْ
يَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ فَهُوَ حَسْبُهُ اِنَّ اللّهَ بَالِغُ اَمْرِهِ قَدْ
جَعَلَ اللّهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًا
Bu Mes'ele "Üç
İşaret"tir.
BİRİNCİ İŞARET: Şahsıma ve
Risale-i Nur'a ait mühim bir sual.
Çoklar tarafından deniliyor ki:
Sen, ehl-i dünyanın dünyasına karışmadığın halde, nedendir ki, her fırsatta
onlar senin âhiretine karışıyorlar. Halbuki hiçbir hükûmetin kanunu, târik-üd
dünya ve münzevîlere karışmıyor?
Elcevap: Yeni Said'in bu suale
karşı cevapı sükûttur. Yeni Said:
sh: » (L:159)
"Benim cevapımı kader-i
İlâhî versin" der. Bununla beraber mecburiyetle, emaneten istiâre ettiği
Eski Said'in kafası diyor ki: Bu suale cevap verecek, Isparta vilâyetinin
hükûmetidir ve şu vilâyetin milletidir. Çünki bu hükûmet ve şu millet, benden
çok ziyade bu sualin altındaki mânâ ile alâkadardırlar. Madem binler efradı
bulunan bir hükûmet ve yüzbinler efradı bulunan bir millet benim bedelime
düşünmeye ve müdafaa etmeye mecburdur. Ben neden lüzumsuz olarak müddeîlerle
konuşup müdafaa edeyim. Çünki dokuz senedir ben bu vilâyetteyim; gittikçe daha
ziyade dünyalarına arkamı çeviriyorum. Hiçbir halim de mestur kalmamış. En
gizli, en mahrem Risalelerim dahi hükûmetin ve bazı meb'usların ellerine
geçmiş. Eğer ehl-i dünyayı telâşa ve endişeye düşürecek dünyevî bir karışmak
hâlim ve karıştırmak teşebbüsüm ve fikrim olsaydı, bu vilâyet ve kazalardaki
hükûmet, dokuz sene dikkat ve tecessüs ettikleri halde ve ben de çekinmiyerek
yanıma gelenlere esrarımı beyan ettiğim halde, hükûmet bana karşı sükût edip
ilişmediler. Eğer milletin ve vatanın saadetine ve istikbaline zarar verecek
bir kabahatim varsa, dokuz seneden beri vâlisinden tut, köy karakol kumandanına
kadar kendilerini mes'ul eder. Onlar kendilerini mes'uliyetten kurtarmak için,
hakkımda habbeyi kubbe yapanlara karşı, kubbeyi habbe yapıp beni müdafaa etmeye
mecburdurlar. Öyle ise bu sualin cevapını onlara havale ediyorum.
Amma şu vilâyetin milleti,
umumiyetle benden ziyade beni müdafaa etmek mecburiyetleri şundandır ki; bu
dokuz senedir hem kardeş, hem dost, hem mübarek olan bu milletin hayat-ı
ebediyesine ve kuvvet-i îmaniyesine ve saadet-i hayatiyesine bilfiil ve
maddeten te'sirini gösteren yüzer Risalelerle çalıştığımızı ve hiçbir dağdağa
ve zarar, hiç kimseye o Risaleler yüzünden gelmediği ve hiçbir garazkârane
tereşşuhat-ı siyasiye ve dünyeviye görülmediği ve "Lillahilhamd" şu
Isparta vilâyeti, eski zamanın Şam-ı Şerîfinin mübarekiyeti ve Âlem-i İslâmın
medrese-i umumîsi olan Mısır'ın Câmi-ül-Ezher'i mübârekiyeti nev'inden,
kuvvet-i îmaniye ve salâbet-i dîniye cihetinde bir mübârekiyet makamını
Risale-i Nur vasıtasiyle kazanarak; bu vilâyette, îmanın kuvveti lâkaydlığa ve
ibadetin iştiyakı sefahete hâkim olmasını ve umum vilâyetlerin fevkınde bir
meziyet-i dindarâneyi Risale-i Nur bu vilâyete kazandırdığından, elbette bu
vilâyetteki umum insanlar, hatta faraza dinsizi de olsa, beni ve Risale-i Nur'u
müdafaaya mecburdur. Onların çok ehemmiyetli müdafaa hakları içinde, benim gibi
vazifesini bitirmiş ve "Lillahilhamd" binlerle Şâkirdler benim gibi
bir âcizin yerinde çalışmış ve çalıştığı hengâmda, ehemmiyetsiz cüz'î hakkım beni
müdafaaya sevketmiyor. Bu kadar binlerle dâvâ vekilleri bulunan bir adam, kendi
dâvâsını kendi müdafaa etmez.
İKİNCİ İŞARET: Tenkidkârâne bir
suale cevapdır.
sh: » (L:160)
Ehl-i dünya tarafından deniliyor
ki: Sen neden bizden küstün? Bir defa olsun hiç müracaat etmeyip sükût ettin?
Bizden şiddetli şekvâ edip "Bana zulmediyorsunuz!" diyorsun. Halbuki
bizim bir prensibimiz var, bu asrın muktezası olarak hususî düsturlarımız var.
Bunların tatbikini sen kendine kabul etmiyorsun. Kanunu tatbik eden zâlim olmaz,
kabul etmiyen isyan eder. Ezcümle: Bu asr-ı hürriyette ve bu yeni başladığımız
cumhuriyetler devrinde, müsavat esası üzerine tahakküm ve tagallübü kaldırmak
düsturu, bizim bir kanun-u esasîmiz hükmüne geçtiği halde, sen kâh hocalık, kâh
zahidlik suretinde teveccüh-ü âmmeyi kazanarak, nazar-ı dikkati kendine
celbederek, hükûmetin nüfuzu haricinde bir kuvvet, bir makam-ı içtimâî elde
etmeye çalıştığın, zâhir halin ve eski zamandaki mâcera-yı hayatının
delâletiyle anlaşılıyor. Bu hal ise, -şimdiki tabîr ile; burjuvaların
müstebidane tahakkümleri içinde hoş görünebilir. Fakat bizim tabaka-i avâmın
intibahiyle ve galebesiyle tezahür eden tam sosyalizm ve bolşevizm düsturları,
bizim daha ziyade işimize yaradığı için, o sosyalizm düsturlarını kabul
ettiğimiz halde, senin vaziyetin bize ağır geliyor, prensiplerimize muhalif
düşüyor. Onun için sana verdiğimiz sıkıntıdan şekvâya ve küsmeye hakkın yoktur?
Elcevap: Hayat-ı içtimâiye-i
beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvâfık hareket
etmezse; hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve
tahrip hesabına geçer. Madem kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet var;
elbette fıtrat-ı beşeriyeyi değiştirmek ve nev-i beşerin hilkatindeki hikmet-i
esasiyeyi kaldırmakla, mutlak müsavat kanunu tatbik edilebilir. Evet ben,
neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve fikren "Müsâvât-ı
hukuk" mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen
sırr-ı adâlet ile, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdad ve tahakkümlerine
karşı eskiden beri muhâlefetle çalışanlardanım. Onun için bütün kuvvetimle
adâlet-i tâmme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın
aleyhindeyim.
Fakat nev-i beşerin fıtratı ve
sırr-ı hikmeti, müsâvât-ı mutlaka kanununa zıddır. Çünki Fâtır-ı Hakîm, kemal-i
kudret ve hikmetini göstermek için, az bir şeyden çok mahsulât aldırır ve bir
sahifede çok kitabları yazdırır ve birşey ile çok vazifeleri yaptırdığı gibi,
beşer nev'i ile de binler nev'in vazifelerini gördürür.
İşte o sırr-ı azîmdendir ki:
Cenab-ı Hak, insan nev'ini binler nevileri sünbül verecek ve hayvanatın sair
binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair
hayvanat gibi kuvalarına, lâtifelerine, duygularına had konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek
istidat verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki,
arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zîhayatın sultanı hükmüne geçmiştir.
sh: » (L:161)
İşte nev-i insanın tenevvüünün en
mühim mâyesi ve zenbereği; müsabaka ile, hakiki îmanlı fazilettir. Fazileti
kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin tebdîliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin
öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir. Evet şu hürriyet perdesi
altında müdhiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken;
ve halbuki o tokada müstahak olmayan gâyet mühim bir zatın yanlış olarak yüzüne
savrulan kâmilâne şu sözün:
Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile,
imha-yı hürriyet;
Çalış idraki kaldır, muktedirsen
âdemiyetten.
Sözünün yerine, bu asrın yüzüne çarpmak için ben de derim:
Ne mümkün zulmile, bîdâd ile,
imha-yı hakikat;
Çalış kalbi kaldır, muktedirsen
âdemiyetten.
Veyahûd:
Ne mümkün zulmile, bîdâd ile,
imha-yı fazilet;
Çalış vicdanı kaldır, muktedirsen
âdemiyetten.
Evet, îmanlı fazilet, medâr-ı
tahakküm olmadığı gibi, sebeb-i istibdad da olamaz. Tahakküm ve tagallüb etmek,
faziletsizliktir. Ve bilhassa ehl-i faziletin en mühim meşrebi, acz ve fakr ve
tevazu ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye karışmak tarzındadır.
"LillahilHamd" bu meşreb üstünde hayatımız gitmiş ve gidiyor. Ben
kendimde fazilet var diye fahr suretinde dâvâ etmiyorum. Fakat nîmet-i
İlâhiyyeyi tahdis suretinde, şükretmek niyetiyle diyorum ki: Cenab-ı Hak fazl
ve keremiyle, ulûm-u îmaniye ve
Kur'aniyeye çalışmak ve fehmetmek faziletini ihsan etmiştir. Bu ihsan-ı İlâhîyi
bütün hayatımda "LillahilHamd" tevfik-i İlâhî ile şu millet-i
İslâmiyenin menfaatine, saadetine sarfederek; hiçbir vakit vasıta-i tahakküm ve
tagallüb olmadığı gibi, ekser ehl-i gafletçe matlub olan teveccüh-ü nas ve hüsn-ü
kabul-ü halk dahi, mühim bir sırra binaen benim menfûrumdur; onlardan
kaçıyorum. Yirmi sene eski hayatımı zâyi ettiği için onları kendime muzır
görüyorum. Fakat Risale-i Nur'u beğenmelerine bir emare biliyorum, onları
küstürmüyorum.
İşte ey ehl-i dünya! Dünyanıza
hiç karışmadığım ve prensiplerinizle hiçbir cihet-i temasım bulunmadığı ve
dokuz sene esaretteki bu hayatımın şEhadetiyle yeniden dünyaya karışmaya hiçbir
niyet ve arzum yokken, bana eski bir mütegallib ve daima fırsatı bekliyen ve
fikr-i istibdat ve tahakkümü taşıyan bir adam gibi yapılan bunca tarassud ve
tazyikiniz, hangi kanun iledir? Hangi maslahat iledir? Dünyada hiçbir hükûmet
böyle fevk-al-kanun ve hiçbir ferdin tasvîbine mazhar olmıyan bir muameleye
müsaade etmediği halde, bana
sh: » (L:162)
karşı yapılan bu kadar bed muamelelere, yalnız değil benim küsmem, belki
eğer bilse nev-i beşer küser, belki Kâinat küsüyor!..
ÜÇÜNCÜ İŞARET: Mağlatalı
dîvânecesine bir sual.
Bir kısım ehl-i hüküm diyorlar
ki: Madem sen bu memlekette duruyorsun; şu memleketin cumhurî kanunlarına
inkıyad etmek lâzım gelirken sen neden inziva perdesi altında kendini o
kanunlardan kurtarıyorsun? Ezcümle; şimdiki hükûmetin kanununda, vazife haricinde
bir meziyeti, bir fazileti kendine takıp, onunla bir kısım millete tahakküm
edip nüfuzunu icra etmek, müsavat esasına istinad eden cumhuriyetin bir
düsturuna münâfîdir. Sen neden vazifesiz olduğun halde elini öptürüyorsun? Halk
beni dinlesin diye hodfuruşane bir vaziyet takınıyorsun?
Elcevap: Kanunu tatbik edenler
evvelâ kendilerine tatbik ettikten sonra başkasına tatbik edebilirler. Siz
kendinize tatbik etmediğiniz bir düsturu başkasına tatbik etmekle, herkesten
evvel siz düsturunuzu, kanununuzu kırıyorsunuz ve karşı geliyorsunuz. Çünki bu
müsavat-ı mutlaka kanununun bana tatbikini istiyorsunuz. Ben de derim: Ne vakit
bir nefer, bir müşîrin makam-ı içtimaîsine çıkarsa ve milletin o müşîre karşı
gösterdikleri hürmet ve teveccühe iştirak ederse.. ve onun gibi, o teveccüh ve
hürmete mazhar olursa veyahût o müşîr, o nefer gibi âdîleşirse ve o neferin
sönük vaziyetini alırsa.. ve o müşîrin vazife haricinde hiçbir ehemmiyeti
kalmazsa.. hem eğer, en zeki ve bir ordunun muzafferiyetine sebebiyet veren bir
erkân-ı harb reisi, en aptal bir neferle teveccüh-ü ammede ve hürmet ve
muhabbette müsavata girerse; o vakit sizin bu müsavat kanununuz hükmünce bana
şöyle diyebilirsiniz: "Kendine hoca deme! Hürmeti kabul etme! Faziletini
inkâr et! Hizmetçine hizmet et! Dilencilere arkadaş ol!"
Eğer deseniz: Bu hürmet ve makam
ve teveccüh, vazife başında olduğu vakte mahsustur ve vazifedarlara hastır. Sen
vazifesiz bir adamsın; vazifedarlar gibi milletin hürmetini kabul edemezsin!
Elcevap: Eğer insan yalnız bir
cesedden ibaret olsa.. ve insan dünyada lâyemûtâne daimî kalsa.. ve kabir
kapısı kapansa.. ve ölüm öldürülse.. o vakit vazife yalnız askerlik ve idare
memurlarına mahsus kalırsa; sözünüzde dahi bir mânâ olurdu. Fakat madem insan
yalnız cesedden ibaret değil. Cesedi beslemek için; kalb, dil, akıl, dimağ
koparılıp o cesede yedirilmez. Onlar imha edilmez. Onlar da idare ister.
Ve madem kabir kapısı kapanmıyor
ve madem kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal her ferdin en mühim
mes'elesidir. Elbette milletin
sh: » (L:163)
itaat ve hürmetine istinad eden vazifeler, yalnız milletin hayat-ı
dünyeviyesine ait içtimaî ve siyasî ve askerî vazifelere münhasır değildir.
Evet yolculara seyahat için vesika vermek bir vazife olduğu gibi, ebed tarafına
giden yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir
vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir. Böyle bir
vazifenin inkârı, ölümün inkâriyle ve her gün اَلْمَوْتُ حَقٌّ
dâvâsını, cenazelerinin mührüyle imza edip tasdik eden otuzbin şahidin şehadetini
tekzib ve inkâr etmekle olur. Madem mânevî hâcât-ı zaruriyeye istinad eden
mânevî vazifeler var. Ve o vazifelerin en mühimmi, ebed yolunda seyahat için
pasaport varakası; ve berzah zulümatında kalbin cep feneri; ve saadet-i
ebediyenin anahtarı olan îmandır ve îmanın ders ve takviyesidir. Elbette o
vazifeyi gören ehl-i mârifet herhalde küfrân-ı nîmet suretinde kendine edilen
nîmet-i İlâhiyyeyi ve fazilet-i îmaniyeyi hiçe sayıp, sefihler ve fâsıkların
makamına sukut etmeyecektir. Kendini, aşağıların bid'alariyle, sefahetleriyle
bulaştırmıyacaktır!.. İşte beğenmediğiniz ve müsavatsızlık zannettiğiniz inziva
bunun içindir.
İşte bu hakikatla beraber, beni
işkence ile taciz eden sizin gibi enaniyette ve bu kanun-u müsavatı kırmakta
firavunluk derecesinde ileri giden mütekebbirlere karşı demiyorum. Çünki
mütekebbirlere karşı tevazu, tezellül zannedildiğinden, tevazu etmemek
gerektir. Belki ehl-i insaf ve mütevazi ve âdil kısmına derim ki: "Ben
felillahilhamd kendi kusurumu, aczimi biliyorum. Değil müslümanlar üstünde
mütekebbirane bir makam-ı ihtiram istemek, belki her vakit nihayetsiz
kusurlarımı, hiçliğimi görüp, istiğfar ile teselli bulup, halklardan ihtiram
değil, dua istiyorum. Hem zannederim benim bu mesleğimi, benim bütün
arkadaşlarım biliyorlar. Yalnız bu kadar var ki: Kur'an-ı Hakîm'in hizmeti
esnasında ve hakaik-i îmaniyenin dersi vaktinde o hakaik hesabına ve Kur'an
şerefine o makamın iktiza ettiği izzet ve vakar-ı ilmiyeyi ders vaktinde
muhafaza edip, başımı ehl-i dalâlete eğmemek için, o izzetli vaziyeti
muvakkaten takınıyorum. Zannederim, ehl-i dünyanın kanunlarının haddi yoktur
ki, bu noktalara karşı çıkabilsin!
Cây-ı hayret bir tarz-ı muamele:
Malûmdur ki; her yerde ehl-i maarif, marifet ve ilim noktasında muhakeme eder.
Nerede ve kimde marifet ve ilmi görse, meslek itibariyle ona karşı bir dostluk
ve bir hürmet besler. Hatta düşman bir hükûmetin bir profesörü bu memlekete
gelse, ehl-i maarif, onun ilim ve marifetine hürmeten onu ziyaret ederler ve
ona hürmet ederler. Halbuki İngiliz'in en yüksek meclis-i ilmiyesinin,
Meşihat-ı İslâmiye'den sorduğu altı sualin cevapını, altıyüz kelime ile
Meşihat-ı İslâmiye'den istedikleri zaman, bura maarifinin hürmetsizliğine
uğrayan bir ehl-i marifet, o altı suale altı kelime ile mazhar-ı takdir olmuş
bir cevap
sh: » (L:164)
veren ve ecnebilerin en mühim ve
hükemaların en esaslı düsturlarına hakikî ilim ve marifetle muaraza edip galebe
çalan ve Kur'andan aldığı kuvvet-i marifet ve ilme istinaden Avrupa
feylesoflarına meydan okuyan ve hürriyetten altı ay evvel İstanbul'da hem
ülemayı ve hem de mekteblileri münazaraya davet edip kendisi hiç sual sormadan
suallerine noksansız olarak doğru cevap veren (Hâşiye) ve bütün hayatını bu
milletin saadetine hasreden ve yüzer Risale, o milletin Türkçe olan lisaniyle
neşredip o milleti tenvir eden.. hem vatandaş, hem dindaş, hem dost, hem kardeş
bir ehl-i marifete karşı en ziyade sıkıntı veren ve hakkında adavet besleyen ve
belki hürmetsizlik eden; bir kısım maarif dairesine mensub olanlarla az bir
kısım resmî hocalardır. İşte gel bu hâle ne diyeceksin? Medeniyet midir?
Maarifperverlik midir? Vatanperverlik midir? Milliyetperverlik midir?
Cumhuriyetperverlik midir? Hâşâ! Hâşâ! Hiç hiçbirşey değil. Belki bir kader-i
İlâhîdir ki, o kader-i İlâhî, o ehl-i mârifet adamın dostluk ümid ettiği yerden
adavet gösterdi ki, hürmet yüzünden ilmi riyaya girmesin ve ihlâsı kazansın.
Hâtime
Kendimce cây-ı hayret ve medâr-ı
şükran bir taarruz:
Bu fevkalâde enaniyetli ehl-i
dünyanın enaniyet işinde o kadar hassasiyet var ki, eğer şuuren olsa idi,
keramet derecesinde veyahud büyük bir deha derecesinde bir muamele olurdu. O
muamele de şudur: Kendi nefsim ve aklım bende hissetmedikleri bir parça
riyakârane enaniyet vaziyetini, onlar enaniyetlerinin hassasiyet mizaniyle
hissediyorlar gibi, şiddetli bir surette ben hissetmediğim enaniyetimin
karşısına çıkıyorlar. Bu sekiz dokuz senede, sekiz dokuz defa tecrübem var ki,
onların zalîmane bana karşı muamelelerinin vukuundan sonra, kader-i İlahîyi
düşünüp "Ne için bunları bana musallat etti" diye nefsimin
desiselerini arıyordum. Her defada, ya nefsim şuursuz olarak enaniyete fıtrî
meyletmiş veyahud bilerek beni aldatmış, anlıyorum. O vakit kader-i İlahî, o
zalimlerin zulmü içerisinde hakkımda adâlet etmiş, derdim. Ezcümle: Bu yazın
arkadaşlarım güzel bir ata beni bindirdiler. Bir seyrangâha gittim. Şuursuz
olarak nefsimde hodfüruşane bir keyf arzusu uyanmakla ehl-i dünya öyle şiddetli
o arzumun karşısına çıktılar ki, yalnız o gizli arzuyu değil, belki çok
iştihalarımı kestiler. Hatta ezcümle, bu defa Ramazandan sonra, eski zamanda
gâyet büyük, kudsî bir imamın bize karşı gaybî kerametiyle iltifatından
_____________________________________
(Haşiye): Yeni Said diyor ki: Şu
makamda Eski Said'in iftiharkârane söylediği şu sözlere ben iştirak etmiyorum.
Bu Risalede sözü ona verdiğim için susturamıyorum. Enaniyetlilere karşı bir
parça enaniyetini göstersin diye sükût ediyorum.
sh: » (L:165)
sonra kardeşlerimin takva ve ihlâsları ve ziyaretçilerin hürmet ve
hüsn-ü zanları içinde -ben bilmeyerek- nefsim müftehirane, güya müteşekkirane
perdesi altında riyakârane bir enaniyet vaziyetini almak istedi. Birden bu
ehl-i dünyanın hadsiz hassasiyetle ve hatta riyakârlığın zerrelerini de
hissedebilir bir tarzda, birden bana iliştiler. Ben Cenab-ı Hakk'a şükrediyorum
ki, bunların zulmü bana bir vasıta-i ihlâs oldu.
رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ * وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ *
اَللّهُمَّ يَا حَافِيظُ يَا حَفِيظُ يَا خَيْرَ الْحَافِظِينَ اِحْفَظْنِى
وَ احْفَظْ رُفَقَائِ مِنْ شَرِّ النَّفْسِ وَ الشَّيْطَانِ وَ مِنْ شَرِّ
الْجِنِّ وَ اْلاِنْسَانِ وَ مِنْ شَرِّ اَهْلِ الضَّلاَلَةِ وَ اَهْلِ
الطُّغْيَانِ آمِينَ آمِينَ آمِينَ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ
الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder