بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
فَنَادَى فِى الظُّلُمَاتِ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّاِلمِينَ { اِذْ نَادَى رَبَّهُ اَنّىِ مَسَّنِىَ الضُّرُّ
وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ
{ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ
اللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ { حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ { لاَ حَوْلَ وَلاَ
قُوَّةَ اِلاَّ بِاللّهِ الْعَلِىِّ الْعَظِيمِ { يَا بَاقِى اَنْتَ الْبَاقِى { يَا بَاقِى اَنْتَ الْبَاقِى { لِلَّذِينَ آمَنُوا هُدًى وَشِفَاءٌ
[Otuzbirinci Mektub'un birinci kısmı; her zaman, hususan mağrib ve işa'
ortasında otuzüçer defa okunması çok faziletli bulunan mezkûr kelimat-ı
mübarekenin herbirinin çok envarından birer nurunu gösterecek altı Lem'adır.]
Birinci Lem'a
لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّاِلمِينَ
münacatı, ona sür'aten vasıta-i necat olmuştur. Şu münacatın sırr-ı azîmi
şudur ki: O vaziyette esbab bilkülliye sukut etti. Çünki o halde ona necat
verecek öyle bir zât lâzım ki; hükmü hem balığa, hem denize, hem sh: » (L: 4)
geceye, hem cevv-i semaya geçebilsin. Çünki onun aleyhinde "gece, deniz ve hut" ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine müsahhar eden bir zât onu sahil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsa idiler, yine beş para faideleri olmazdı. Demek esbabın tesiri yok. Müsebbib-ül Esbab'dan başka bir melce' olamadığını aynelyakîn gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için şu münacat birdenbire geceyi, denizi ve hutu müsahhar etmiştir. O nur-u tevhid ile hutun karnını bir taht-el bahir gemisi hükmüne getirip ve zelzeleli dağ-vari emvac dehşeti içinde; denizi, o nur-u tevhid ile emniyetli bir sahra, bir meydan-ı cevelan ve tenezzühgâhı olarak o nur ile sema yüzünü bulutlardan süpürüp, Kamer'i bir lâmba gibi başı üstünde bulundurdu. Her taraftan onu tehdid ve tazyik eden o mahlukat, her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler. Tâ sahil-i selâmete çıktı, şecere-i yaktîn altında o lütf-u Rabbanîyi müşahede etti.
İşte Hazret-i Yunus Aleyhisselâm'ın birinci vaziyetinden yüz derece daha müdhiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz, istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim heva-yı nefsimiz, hutumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut, onun hutundan bin derece daha muzırdır. Çünki onun hutu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hutumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor. Madem hakikî vaziyetimiz budur; biz de Hazret-i Yunus Aleyhisselâm'a iktidaen, umum esbabdan yüzümüzü çevirip doğrudan doğruya Müsebbib-ül Esbab olan Rabbimize iltica edip
لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّاِلمِينَ
demeliyiz ve aynelyakîn anlamalıyız ki; gaflet ve dalaletimiz sebebiyle
aleyhimize ittifak eden istikbal, dünya ve heva-yı nefsin zararlarını
def'edecek yalnız o zât olabilir ki; istikbal taht-ı emrinde, dünya taht-ı
hükmünde, nefsimiz taht-ı idaresindedir. Acaba Hâlık-ı Semavat ve Arz'dan başka
hangi sebeb var ki, en ince ve en gizli hatırat-ı kalbimizi bilecek ve bizim
için istikbali, âhiretin icadıyla ışıklandıracak ve dünyanın yüzbin boğucu
emvacından kurtaracak, hâşâ, Zât-ı Vâcib-ül Vücud'dan başka hiçbir şey, hiçbir
cihette onun izni ve iradesi olmadan imdad edemez ve halaskâr olamaz. Madem
hakikat-ı hal böyledir. Nasılki Hazret-i Yunus Aleyhisselâm'a o münacatın
neticesinde hutu ona bir merkûb, bir taht-el bahir ve denizi bir güzel sahra ve
gece mehtablı bir latif suret aldı. Biz dahi o münacatın sırrıylash: » (L: 5)
لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّاِلمِينَ
demeliyiz. َ
لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ
cümlesiyle istikbalimize, سُبْحَانَكَ kelimesiyle dünyamıza, اِنِّى كُنْتُ مِنَ
الظَّاِلمِينَمِينَ fıkrasıyla
nefsimize nazar-ı merhametini celbetmeliyiz. Tâ ki, nur-u iman ile ve Kur'anın
mehtabıyla istikbalimiz tenevvür etsin ve o gecemizin dehşet ve vahşeti,
ünsiyet ve tenezzühe inkılab etsin. Ve mütemadiyen mevt ve hayatın değişmesiyle
seneler ve karnlar emvacı üstünde hadsiz cenazeler binip ademe atılan dünyamız
ve zeminimizde, Kur'an-ı Hakîm'in tezgâhında yapılan bir sefine-i maneviye
hükmüne geçen hakikat-ı İslâmiyet içine girip selâmetle o denizin üstünde
gezip, tâ sahil-i selâmete çıkarak hayatımızın vazifesi bitsin. O denizin
fırtınaları ve zelzeleleri, sinema perdeleri gibi tenezzühün manzaralarını
tazelendirmekle, vahşet ve dehşet yerine, nazar-ı ibret ve tefekkürü
keyiflendirerek okşayıp ışıklandırsın. Hem o sırr-ı Kur'anla, o terbiye-i
Furkaniye ile; nefsimiz bize binmeyecek, merkûbumuz olup, bizi ona bindirip,
hayat-ı ebediyemizin kazanmasına kuvvetli bir vasıtamız olsun.Elhasıl: Madem insan, mahiyetinin câmiiyeti itibariyle sıtmadan müteellim olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtizazatından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i kübrasından müteellim oluyor. Ve nasılki hurdebinî bir mikrobdan korkar; ecram-ı ulviyeden zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar. Hem nasılki hanesini sever, koca dünyayı da öyle sever. Hem nasılki küçük bahçesini sever, öyle de hadsiz ebedî Cennet'i dahi müştakane sever. Elbette böyle bir insanın Mabudu, Rabbi, melcei, halaskârı, maksudu öyle bir zât olabilir ki, umum kâinat onun kabza-i tasarrufunda, zerrat ve seyyarat dahi taht-ı emrindedir. Elbette öyle bir insan daima Yunusvari (A.S.)
لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّاِلمِينَ demeye muhtaçtr.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder