Onuncu Lem'a
Şefkat Tokatları Risalesi
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ
الرَّحِيمِ
يَوْمَ َتجِدُ كُلُّ نَفْسٍ
مَا عَمِلَتْ مِنْ خَيْرٍ مُحْضَرًا وَمَا عَمِلَتْ مِنْ سُوءٍ تَوَدُّ لَو ْ
اَنَّ بَيْنَهَا وَبَيْنَهُ اَمَدًا بَعِيدًا وَيُحَذِّرُكُمُ اللّهُ نَفْسَهُ
وَاللّهُ رَؤُوفٌ بِالْعِبَادِ
Âyetinin bir sırrını, hizmet-i Kur'aniyede arkadaşlarımın beşeriyet
muktezası olarak sehiv ve hatalarının neticesinde yedikleri şefkat tokatlarını
beyan etmekle tefsir ediyor. Hizmet-i Kur'aniyenin bir silsile-i kerameti ve o
hizmet-i kudsiyenin etrafında izn-i İlâhî ile nezaret eden ve himmet ve
duasıyla yardım eden Gavs-ı Âzam'ın bir nevi kerameti beyan edilecek. Tâ ki, bu
hizmet-i kudsiyede bulunanlar, ciddiyetlerinde, hizmetlerinde sebat etsinler.
Bu hizmet-i kudsiyenin kerameti
"üç nevi"dir:
Birinci Nev'i: O hizmeti ihzar
etmek ve hâdimlerini o hizmete sevketmek cihetidir.
İkinci Kısım: Manileri bertaraf
etmek ve muzırların şerrini defedip, onları tokatlamaktır.
Bu iki kısmın hâdiseleri çoktur,
hem çok uzundur. (*) Başka vakte talikan, en hafif olan üçüncü bir kısımdan
bahsedeceğiz.
Üçüncü kısım: Şudur ki: Hizmette
hâlisen çalışanlara fütur geldiği vakit, şefkatli bir tokat yerler, intibaha
gelerek yine o hizmete girerler. Bu kısmın hâdisatı, yüzden fazladır. Yalnız
yirmi hâdiseden onüç ondördü şefkatli tokat yemişler, altı yedisi zecr tokatı
görmüşler.
BİRİNCİSİ: Bu bîçare Saiddir. Her
ne vakit hizmete fütur verir, "neme lâzım" deyip hususî nefsime ait
işlerle meşgul olduğum zaman tokat
_________________________
(*) Meselâ: Halk Partisi, Nur
talebelerine verdikleri azab ve sıkıntı ve ihanetlerden, kendileri dünyada daha
ziyade cezasını çektiler aynını gördüler.
sh: » (L: 37)
yemişim. Hem de kanaatım geliyor
ki; ihmalimden tokat yedim. Çünki hangi maksadım beni iğfale sevketmiş ise,
onun aksi ile tokat yerdim. Sair hâlis arkadaşlarımın da yedikleri şefkat
tokatları, dikkat ede ede, benim gibi hangi maksad için ihmal etmişse, onun
aksiyle şefkat tokatlarını yediklerinden kanaatımız gelmiş ki: O hâdiseler, hizmet-i
Kur'aniyenin kerametindendir. Meselâ:
Bu bîçare Said, Van'da ders-i hakaik-i Kur'aniye ile meşgul olduğum miktarca
Şeyh Said hâdisatı zamanında vesveseli hükûmet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve
ilişemedi. Vakta ki "neme lâzım" dedim, kendi nefsimi düşündüm.
Âhiretimi kurtarmak için Erek Dağı'nda harabe mağara gibi bir yere çekildim. O
vakit sebebsiz beni aldılar nefyettiler. Burdur'a getirildim. Orada yine
hizmet-i Kur'aniyede bulunduğum miktarca, -o vakit menfîlere çok dikkat
ediliyordu, her akşam isbat-ı vücud etmekle mükellef oldukları halde- ben ve
hâlis talebelerim müstesna kaldık. Ben hiçbir vakit isbat-ı vücuda gitmedim,
hükûmeti tanımadım. Oranın valisi, oraya gelen Fevzi Paşa'ya şikâyet etmiş.
Fevzi Paşa demiş: "Ona ilişmeyiniz, hürmet ediniz!" Bu sözü ona
söylettiren, hizmet-i Kur'aniyenin kudsiyetidir. Ne vakit nefsimi kurtarmak,
yalnız âhiretimi düşünmek fikri bana galebe etti. Hizmet-i Kur'aniyede muvakkat
fütur geldi; aks-i maksadımla tokat yedim. Yâni, bir menfadan diğerine (Isparta'ya)
gönderildim. Isparta'da yine hizmet başına geçtim. Yirmi gün geçtikten sonra
bazı korkak insanların ihtarlarıyla: "Belki bu vaziyeti hükûmet hoş
görmeyecek, bir parça teenni etsen, daha iyi olur." dediler. Bende tekrar
yalnız kendimi düşünmek hâtırası kuvvet buldu. "Aman halklar
gelmesin" dedim. Yine o menfadan dahi üçüncü nefy olarak Barla'ya
verildim. Barla'da ne vakit bana fütur gelmiş ise, yalnız kendimi düşünmek
hâtırası kuvvet bulmuş ise, bu ehl-i dünyanın yılanlarından, münafıklarından birisi
bana musallat olmuş. Bu sekiz senede seksen hâdiseyi, kendi başımdan geçtiği
için hikâye edebilirim. Usandırmamak için kısa kesiyorum.
Ey kardeşlerim! Başıma gelen
şefkat tokatlarını söyledim. Sizlerin de başınıza gelen şefkat tokatlarını,
izin verseniz ve helâl etseniz söyliyeceğim. Gücenmeyiniz. Gücenen olursa
ismini tasrih etmiyeceğim.
İKİNCİSİ: Öz kardeşim ve en
birinci ve yüksek ve fedakâr bir talebem olan Abdülmecid'in Van'da güzel bir
evi vardı. İdaresi yerinde, hem muallim idi. Hizmet-i Kur'aniyenin daha revaçlı
bir yeri olan hududa gitmekliğim için arzumun hilafına olarak teşebbüs
edenlere, içtihadınca güya menfaatim için iştirak etmedi, re'y vermedi. Güya
ben hududa gitseydim, hem hizmet-i Kur'aniye siyasetsiz, safi olmayacak, hem
onu Van'dan çıkaracak idiler diye iştirak etmedi. Maksadının aksiyle şefkatli
bir tokat yedi. Hem Van'dan, hem o güzel evinden, hem memleketinden ayrıldı;
Ergani'ye gitmeye mecbur kaldı.
sh: » (L: 38)
ÜÇÜNCÜSÜ: Hizmet-i Kur'aniyenin
pek mühim bir âzâsı olan Hulûsî Bey, Eğirdir'den memlekete gittiği vakit,
saadet-i dünyeviyeyi tam zevkettirecek ve temin edecek esbab bulunduğundan, bir
derece sırf uhrevî olan hizmet-i Kur'aniyede fütura yüz göstermeğe dair esbab
hazırlandı. Çünki hem çoktan görmediği peder ve validesine kavuştu, hem
vatanını gördü, hem şerefli, rütbeli bir surette gittiği için dünya ona güldü,
güzel göründü. Halbuki hizmet-i Kur'aniyede bulunana; ya dünya ona küsmeli veya
o dünyaya küsmeli. Tâ ihlâs ile, ciddiyet ile hizmet-i Kur'aniyede bulunsun.
İşte Hulûsî'nin kalbi çendan
lâyetezelzel idi. Fakat bu vaziyet onu fütura sevkettiğinden şefkatli tokat
yedi. Tam bir iki sene bazı münafıklar ona musallat oldular. Dünyanın lezzetini
de kaçırdılar. Hem dünyayı ondan, hem onu dünyadan küstürdüler. O vakit vazife-i
maneviyesindeki ciddiyete tam mânâsiyle sarıldı.
DÖRDÜNCÜSÜ: Muhacir Hâfız
Ahmed'dir. O kendisi söylüyor: "Evet ben itiraf ediyorum ki: Hizmet-i
Kur'aniyede âhiretim nokta-i nazarında içtihadımda hata ettim. Hizmete fütur
verecek bir arzuda bulundum. Şefkatli, fakat şiddetli ve keffaretli bir tokat
yedim. Şöyle ki: Üstadım yeni îcadlara (*) tarafdar olmadığı için -benim câmiim
onun komşusudur; şuhur-u selâse geliyor, câmiimi terketsem hem ben çok sevab
kaybediyorum, hem mahalle namazsızlığa alışacak. Yeni usûl yapmazsam
menedileceğim. İşte bu içtihada göre- ruhum kadar sevdiğim Üstadımın muvakkaten
başka bir köye gitmesini arzu ettim. Bilmedim ki, o yerini değiştirse, başka
bir memlekete gitse, hizmet-i Kur'aniyeye muvakkaten fütur gelir. Tam o
sıralarda ben tokat yedim. Şefkatli, fakat öyle dehşetli bir tokat yedim ki, üç
aydır daha aklım başıma gelmedi. Fakat lillahilhamd, Üstadımın kat'î ihbarıyla,
ona ihtar edilmiş ki; o musîbetin her dakikası, bir gün ibadet hükmünde
olduğunu Rahmet-i İlâhiyyeden ümidvâr olabiliriz. Çünki o hata, bir garaza
binaen değildi. Sırf âhiretimi düşünmek noktasında o arzu geldi."
BEŞİNCİSİ: Hakkı Efendi'dir.
Şimdi burada olmadığı için, Hulusi'ye vekâlet ettiğim gibi, ona da vekâleten
derim ki: Hakkı Efendi talebelik vazifesini hakkıyla îfa ederken, ahlâksız bir
kaymakam geldi. Hem Üstadına, hem de kendine zarar gelmemek için, yazdıklarını
sakladı. Muvakkaten hizmet-i Nuriyeyi terketti. Birden bir şefkat tokadı
mânâsında bin lirayı vermeye mükellef olacak bir dâvâ başına açıldı. Bir sene o
tehdid altında kaldı. Tâ geldi, burada görüştük, avdetinde hizmet-i Kur'aniyeye
talebelik vazifesine girdi. Şefkat tokadının hükmü kalktı, tebrie etti. Sonra
Kur'anı yeni bir tarzda (Haşiye) yazmak hususunda talebelere bir va
___________________
(Haşiye): Tevâfuk mu'cizesini
gösterir bir surette demektir.
(*) Yâni: Türkçe ezan gibi,
Şeâir-i İslâmiyeye muhâlif bid'atlardır.
sh: » (L: 39)
zife açıldı. Hakkı Efendi'ye de hisse verildi. Elhak o, hissesine sahib
çıktı. Bir cüz'ü güzel yazdı, fakat derd-i maişet zaruretiyle kendini mecbur
bilip gizli dâvâ vekâletine teşebbüs etti. Birden bir şefkat tokatı daha yedi.
Kalemi tutan parmağı, muvakkaten kırıldı. Bu parmakla hem dâvâ vekaleti yapmak,
hem Kur'anı yazmak olmayacak diye, lisan-ı mânâ ile ihtar edildi. Dâvâ
vekâletine teşebbüsünü bilmediğimiz için parmağına hayret ediyorduk. Sonra
anlaşıldı ki: Kudsî, sâfi hizmet-i Kur'aniye, gâyet temiz kendine mahsus
parmakları başka işe karıştırmak istemiyor. Her ne ise... Hulûsi Bey'i kendim
gibi bildim, ona bedel konuştum. Hakkı Efendi de aynen onun gibidir. Eğer benim
vekâletime razı olmazsa, kendi tokatını kendi yazsın.
ALTINCISI: Bekir Efendi'dir.
Şimdi hâzır olmadığı için; ben, kardeşim Abdülmecid'e vekâlet ettiğim gibi,
onun itimad ve sadakatine itimadım ve Şamlı Hâfız ve Süleyman Efendi gibi bütün
has dostlarımın hükümlerine (bildiklerine) istinaden diyorum ki: Bekir Efendi,
Onuncu Söz'ü tab'etti. İ'caz-ı Kur'ana dair Yirmibeşinci Söz'ü yeni huruf
çıkmadan tab'etmek için ona gönderdik. Onuncu Söz'ün matbaa fiatını
gönderdiğimiz gibi, onu da göndereceğiz diye yazdık. Bekir Efendi, benim fakr-ı
hâlimi düşünüp matbaa fiatı dörtyüz banknot kadar olduğunu mülâhaza ederek ve
kendi kesesinden vermek, belki Hoca razı olmaz diye onun nefsi onu aldattı. Tab'edilmedi.
Hizmet-i Kur'aniyeye mühim bir zarar oldu. İki ay sonra dokuzyüz lira
hırsızların eline geçti. Şefkatli ve şiddetli bir tokat yedi. İnşâallah ziyaa
giden dokuzyüz lira, sadaka hükmüne geçti.
YEDİNCİSİ: Şamlı Hâfız
Tevfik'tir. O kendisi diyor: Evet itiraf ediyorum ki: Ben bilmeyerek ve yanlış
düşünerek, hizmet-i Kur'aniyede fütur verecek harekâtım sebebiyle iki şefkatli
tokat yedim. Şübhem kalmadı ki, bu tokat o cihetten geldi.
Birincisi: Lillahil hamd, benim
hatt-ı arabiyem Kur'ana bir derece uygun bir tarzda ihsan edilmişti. Üstadım en
evvel üç cüz' bana yazdırmakla sair arkadaşlarıma taksim etti. Kur'an yazmak
iştiyakı, Risalelerin tebyiz ve tesvîdindeki hizmetime arzumu kırdı. Hem arabî
hattı bulunmayan sair arkadaşlara tefevvuk edeceğim diye gururkârane bir
tavırda bulundum. Hatta Üstadım yazıya ait bir tedbir bana söylediği vakit,
"Bu iş bana aittir" o vakit dedim; "Ben bunu biliyorum, ders
almaya ihtiyacım yoktur" gibi mağrurane söyledim. İşte bu hatama göre
fevkalâde hiç hatıra gelmeyen bir tokat yedim. En az arabî hattı olan bir
kardeşime (Hüsrev'e) yetişemedim. Bizler bütün hayret ettik. Şimdi anladık ki;
o bir tokattır.
İkincisi: Ben itiraf ediyorum ki:
Hizmet-i Kur'aniyedeki kemal-i ihlâs ve sırf livechillah için hizmeti, iki vaziyetim
ihlâl ediyordu. Şiddetli bir
sh: » (L: 40)
tokat yedim. Çünki: Ben bu
memlekette garib hükmündeyim, garibim. Hem şekva olmasın, Üstadımın en mühim
bir düsturu olan iktisada ve kanaata riayet etmediğimden fakr-ı hâle maruzum.
Hodbin, mağrur insanlarla ihtilâta mecbur olduğumdan -Cenab-ı Hak afvetsin-
mürüvvetkârane bir surette riyaya ve tabasbusa da mecbur oluyordum. Üstadım çok
defa beni ikâz ve ihtar ve tekdir
ediyordu. Maatteessüf kendimi kurtaramıyordum. Halbuki Kur'an-ı Hakîm'in ruh-u
hizmetine zıd olan bu vaziyetimden şeytan-ı cinî ve insî istifade etmekle
beraber hizmetimize de bir soğukluk, bir fütur veriyordu.
İşte ben bu kusuruma karşı
şiddetli, fakat inşâallah şefkatli bir tokat yedim. Şübhemiz kalmadı ki; bu
tokat, o kusura binaen gelmiş. O tokat da şudur: Sekiz senedir ben, Üstadımın
hem muhatabı, hem müsevvidi, hem mübeyyizi olduğum halde, sekiz ay kadar
nurlardan istifade edemedim. Bu hâle hayret ettik. Ben de ve Üstadım da
"Bu neden böyle oluyor?" diye esbab arıyorduk. Şimdi kat'î kanaatımız
geldi ki: O hakaik-i Kur'aniye nurdur, ziyadır. Tasannu, temelluk, tezellül
zulmetleriyle birleşemiyor. Onun için bu nurların hakikatlarının meali, benden
uzaklaşıyor tarzında bulunarak, bana yabanî görünüyor, yabanî kalıyordu.
Cenab-ı Hak'tan niyaz ediyorum ki: Bundan sonra Cenab-ı Hak bana o hizmete
lâyık ihlâs ihsan etsin, ehl-i dünyaya tasannu' ve riyadan kurtarsın. Başta
Üstadım olarak, kardeşlerimden dua rica ediyorum.
Pür-kusur
Şamlı
Hâfız Tevfik
SEKİZİNCİSİ: Seyranî'dir. Bu zat,
Hüsrev gibi Nur'a müştak ve dirayetli bir talebemdi. Esrâr-ı Kur'aniyenin bir
anahtarı ve ilm-i cifrin mühim bir miftahı olan tevâfukata dair Isparta'daki
talebelerin fikirlerini istimzaç ettim. Ondan başkaları, kemal-i şevk ile
iştirak ettiler. O zat başka bir fikirde ve başka bir merakta bulunduğu için,
iştirak etmemekle beraber, beni de kat'î bildiğim hakikattan vazgeçirmek
istedi. Cidden bana dokunmuş bir mektub yazdı. Eyvah dedim, bu talebemi
kaybettim! Çendan fikrini tenvir etmek istedim. Başka bir mânâ daha karıştı.
Bir şefkat tokadını yedi. Bir seneye karib bir halvethânede (yâni hapiste)
bekledi.
DOKUZUNCUSU: Büyük Hâfız
Zühdü'dür. Bu zat, Ağrus'taki Nur talebelerinin başında nâzırları hükmünde
olduğu bir zaman, Sünnet-i Seniyyeye ittiba ve bid'alardan içtinabı meslek
ittihaz eden talebelerin mânevî şerefini kâfi görmiyerek ve ehl-i dünyanın
nazarında bir mevki kazanmak emeliyle mühim bir bid'anın muallimliğini deruhde
etti. Tamamıyla mesleğimize zıd bir hata işledi. Pek müdhiş bir şefkat tokadını
ye
sh: » (L: 41)
di. Hanedanının şerefini zîr ü zeber edecek bir hâdiseye maruz kaldı.
Fakat maatteessüf Küçük Hâfız Zühdü, hiç tokada istihkakı yokken, o elîm hâdise
ona da temas etti. Belki inşâallah o hâdise, onun kalbini dünyadan kurtarıp
tamamıyla Kur'ana vermek için bir ameliyat-ı cerrahiye-i nâfia hükmüne geçer.
ONUNCUSU: Hâfız Ahmed (R.H.)
namında bir adamdır. Bu zat, Risalelerin yazmasında iki üç sene teşvikkârane
bir surette bulunuyordu ve istifade ediyordu. Sonra ehl-i dünya, zaîf bir
damarından istifade etti. O şevk zedelendi. Ehl-i dünyaya temas etti. Belki o
cihetle ehl-i dünyanın zararını görmesin, hem onlara sözünü geçirsin ve bir
nevi mevki kazansın ve dar olan mâişetine bir sühûlet olsun. İşte hizmet-i
Kur'aniyeye o suretle o yüzden gelen fütur ve zarara mukabil iki tokat yedi.
Biri; dar mâişetiyle beraber beş nüfus daha ilâve edildi, perişaniyeti
ehemmiyet kesbetti. İkinci tokat: Şeref ve haysiyet noktasında hassas ve hatta
birtek adamın tenkid ve itirazını çekemeyen o zat, bilmiyerek bazı dessas
insanlar onu öyle bir surette kendilerine perde ettiler ki, şerefi zîr ü zeber
oldu, yüzde doksanını kaybetti ve yüzde doksan adamı aleyhine çevirdi. Her ne
ise... Allah affetsin, belki inşâallah bundan intibaha gelir, yine kısmen
vazifesine döner.
ONBİRİNCİSİ: 0Belki rızası yok
diye yazılmadı.. . . . . þ. . . . . . .
. . . . . . . . . . . . . . . . . . .
. . . . . þ. . . . . . . . . . .
. . . . . . . . . . . . . . . . . . .
. þ. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . þ. . . . . . . . .
ONİKİNCİSİ: Muallim Galib'dir
(R.H.). Evet bu zat, sâdıkane ve takdirkârane, Risalelerin tebyîzinde çok
hizmet etti ve hiçbir müşkilât karşısında zaaf göstermedi. Ekser günlerde
geliyordu, kemal-i şevk ile dinliyordu ve istinsah ediyordu. Sonra kendine,
otuz lira ücret mukabilinde umum Sözler'i ve Mektubat'ı yazdırdı. Onun maksadı,
memleketinde neşretmek ve hem hemşehrilerini tenvir etmek idi. Sonra bazı
düşünceler neticesinde Risaleleri tasavvur ettiği gibi neşretmedi, sandığa
bıraktı. Birden elîm bir hâdise yüzünden bir sene gam ve gussa çekti.
Risalelerin neşri ile ona adavet edecek resmî birkaç düşmanlara bedel, zâlim
insafsız çok düşmanları buldu; bir kısım dostlarını kaybetti.
ONÜÇÜNCÜSÜ: Hâfız Hâlid'dir
(R.H.). Kendisi der: "Evet itiraf ediyorum, Üstadımın hizmet-i Kur'aniyede
neşrettiği âsârın tesvidinde hararetli bir surette bulunduğum zaman
mahallemizde bir câmi imamlığı vardı. Eski kisve-i ilmiyemi, sarığı bağlamak
niyetiyle muvakkaten o hizmete fütur verip, bilmeyerek çekildim. Maksadımın
aksiyle şefkatli bir tokat yedim. Sekiz-dokuz ay imamlık ettiğim halde,
müftünün çok va'dlerine rağmen, fevkalâde bir surette sarığı saramadım.
Şübhemiz kalmadı ki, o kusurdan bu şefkatli tokat geldi. Ben Üstadımın hem bir
muhatabı, hem bir müsevvidi idim. Benim çekilmem ile tesvid hususunda sıkıntı
çekmiş
sh: » (L: 42)
ti. Her ne ise... Yine şükür ki: Kusurumuzu anladık ve bu hizmetin de ne
kadar kudsî olduğunu bildik ve Şah-ı Geylânî gibi arkamızda melek-i sıyanet
gibi bir Üstad bulunduğuna itimad ettik.
Ez'af-ül
ibâd
HÂFIZ
HÂLİD
ONDÖRDÜNCÜSÜ: Üç Mustafa'nın
küçücük "üç tokat" yemeleridir.
Birincisi: Mustafa Çavuş (R.H.)
sekiz senedir bizim hususî küçük câmie, hem sobasına, hem gazyağına, hem
kibritine kadar hizmet ediyordu. Hatta gazyağını ve kibritini sekiz senedir
kendi kesesinden sarfettiğini sonra öğrendik. Cemaate, hususan Cuma gecelerinde
gâyet zarurî bir iş olmayınca geri kalmıyordu. Sonra ehl-i dünya onun safvet-i
kalbinden istifade ederek dediler ki: "Sözler'in bir kâtibi olan Hâfız'ın
sarığına ilişecekler. Hem gizli ezan, muvakkaten terkedilsin. Sen kâtibe söyle,
cebir görmeden evvel sarığı çıkarsın." O bilmiyordu ki: Hizmet-i
Kur'aniyede bulunan birisinin sarığını çıkarmağa dair sözü tebliğ etmek,
Mustafa Çavuş gibi yüksek ruhlulara pek ağırdır. Onların sözlerini tebliğ
etmiş. O gece rü'yada ben görüyordum ki: Mustafa Çavuş'un elleri kirli,
kaymakam arkasında olarak odama geldi. İkinci gün ona dedim: Mustafa Çavuş, sen
bugün kim ile görüştün? Seni elin mülevves bir surette kaymakamın arkasında
gördüm. Dedi: "Eyvah! Bana böyle bir söz, muhtar söyledi, kâtibe söyle.
Ben arkasında ne olduğunu bilmedim." Hem aynı günde bir okkaya yakın
gazyağını câmiye getirmiş. Hiç vuku bulmayan, o gün kapı açık kalmış, bir keçi
yavrusu içeriye girmiş, büyük bir adam gelmiş, keçi yavrusunun seccademe yakın
bıraktığı müzahrefatı yıkamak için, ibrikteki gazyağını su zannedip bütün o
gazyağını temizlik yapıyorum diye câminin her tarafına serpmiş. Acaibdir ki,
kokusunu duymamış. Demek o mescid lisan-ı hâl ile Mustafa Çavuş'a diyor:
"Senin gazyağın bize lâzım değil. Ettiğin hata için gazyağını kabul
etmedim." diye işaret vermek için o adama koku işittirilmedi. Hatta o
hafta içinde Cuma gecesinde ve birkaç mühim namazda, o kadar çalıştığı halde
cemaate yetişemiyordu. Sonra ciddî bir nedamet, bir istiğfar ettikten sonra
safvet-i asliyesini buldu.
İkinci Mustafalar: Kuleönündeki
kıymetdar, çalışkan mühim bir talebem olan Mustafa ile, onun çok sâdık ve
fedakâr arkadaşı Hâfız Mustafa'dır. (R.H.) Ben bayramdan sonra, ehl-i dünya bize
sıkıntı verip hizmet-i Kur'aniyeye fütur vermemek için şimdilik gelmesinler,
diye haber göndermiştim. Şayet gelecek olurlarsa birer birer gelsinler. Halbuki
bunlar üç adam birden, bir gece geldiler. Fecirden evvel hava müsaid ise gitmek
niyet edildi. Hiç vuku bulmadığı bir tarzda hem Mustafa Çavuş, hem Süleyman
Efendi, hem ben, hem onlar, zâhir bir tedbîri düşünemedik,
sh: » (L: 43)
bize unutturuldu. Herbirimiz ötekine bırakıp ihtiyatsızlık etti. Onlar
fecirden evvel gittiler. Öyle bir fırtına onları iki saat mütemadiyen tokatladı
ki: Bu fırtınadan kurtulmayacaklar, diye telâş ettim. Şimdiye kadar bu kışta ne
öyle bir fırtına olmuş ve ne de bu kadar kimseye acımıştım. Sonra Süleyman'ı,
ihtiyatsızlığının cezası olarak arkalarından gönderip sıhhat ve selâmetlerini
anlamak için gönderecektim. Mustafa Çavuş dedi: O gitse, o da kalacak. Ben de
onun arkasından gidip aramak lâzım. Benim arkamdan da Abdullah Çavuş gelmek
lâzım." Bu hususta "Tevekkelna alellah" dedik, intizar ettik.
SUAL: Has dostlarınıza gelen musîbetleri,
tokat eseri deyip hizmet-i Kur'aniyede füturları cihetinde bir itab telâkki
ediyorsun. Halbuki size ve hizmet-i Kur'aniyeye hakikî düşmanlık edenler,
selâmette kalıyorlar. Neden dosta tokat vuruluyor, düşmânâ ilişilmiyor?
ELCEVAP: اَلظُّلْمُ لاَ يَدُومُ وَالْكُفْرُ يَدُومُ sırrınca: Dostların
hataları, hizmetimizde bir nevi zulüm hükmüne geçtiği için, çabuk çarpılıyor.
Şefkatli tokat yer, aklı varsa intibaha gelir. Düşman ise, hizmet-i Kur'aniyeye
zıddiyeti, mümânaatı, dalâlet hesabına geçer. Bilerek veya bilmiyerek
hizmetimize tecavüzü, zındıka hesabına geçer. Küfür devam ettiği için, onlar
ekseriyetle çabuk tokat yemiyorlar. Nasılki küçük kabahatleri işliyenlerin,
nâhiyelerde cezaları verilir. Büyük kabahatleri de büyük mahkemelere gönderilir.
Öyle de: Ehl-i îmanın ve has dostların hükmen küçük hataları, çabuk onları
temizlemek için kısmen dünyada ve sür'aten verilir. Ehl-i dalâletin
cinayetleri, o kadar büyüktür ki: Kısacık hayat-ı dünyeviyeye cezaları
sığışmadığından, mukteza-yı adâlet olarak Âlem-i Bekadaki Mahkeme-i Kübrâya
havale edildiği için, ekseriyetle burada cezaya çarpılmıyorlar.
İşte Hadîs-i şerifte اَلدُّنْيَا سِجْنُ
الْمُؤْمِنِ وَجَنَّةُ الْكَافِرِ mezkûr hakikata dahi işaret ediyor. Yâni:
Dünyada şu mü'min, kısmen kusuratından cezasını gördüğü için dünya onun
hakkında bir dâr-ı cezadır. Dünya, onların saadetli âhiretlerine nisbeten bir
zindan ve cehennemdir. Ve kâfirler madem Cehennem'den çıkmayacaklar.
Hasenatlarının mükâfatlarını kısmen dünyada gördükleri ve büyük seyyiatları
te'hir edildiği cihetle, onların âhiretine nisbeten dünya, Cennetleridir. Yoksa
mü'min bu dünyada dahi kâfirden mânen ve hakikat nokta-i nazarında çok ziyade
mes'uddur. Âdeta mü'minin îmanı, mü'minin ruhunda bir Cennet-i maneviye hükmüne
geçiyor; kâfirin küfrü, kâfirin mahiyetinde mânevî bir Cehennemi
ateşlendiriyor.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا
اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder